Etiket: Vücutta

  • Vücutta oluşan çatlamalara dikkat

    Vücutta oluşan çatlamalara dikkat

    Medikal Estetik Hekimi Dr. Mehmet Akgün, vücut çatlaklarını tıpkı birer yara izi gibi değerlendirmenin mümkün olduğunu belirterek, “Cilt aşırı derecede basınçla karşılaştığında yıpranır, dolayısıyla cildin yapısı bozulur ve çatlaklar ortaya çıkar. Önceleri pembe renkli olan bu çatlaklar zamanla beyaza yakın bir renk alır. Bütün rahatsızlıklarda olduğu gibi, vücut çatlaklarının da oluşmasını önlemek, tedavi etmekten daha kolaydır. Bunun için de öncelikle cildin elastikiyetinin sağlanması gerekir. Ayrıca aşağıda sıralanan hususlara da özellikle dikkat edilmelidir” dedi.

    Kısa zamanda aşırı miktarda kilo alıp vermekten kaçınılmasını öneren Dr. Mehmet Akgün, “Cilt, vücuttaki yağ miktarının artıp azalmasıyla birlikte aynı hızda esnemeyi başaramadığı için yıpranır ve çatlaklar oluşur. Günde 2 litre su içmeyi ihmal etmeyin. Cilde gereken nemi sağladığınız takdirde esnekliğini uzun bir süre koruyabilirsiniz. Soğuk suyla duş yapmak da çatlak oluşumunu önlemede etkili bir yöntemdir. Bu şekilde hücreler canlanarak yeniden elastik bir yapıya kavuşacak, dolayısıyla da çatlak oluşumuna karşı direnç kazanacaktır. Cildin elastikiyetini kazanması ve koruması için çaba sarf edin. Bu amaçla yumuşatıcı yağlar, A, E ve C vitamini, kolajen, elastin ve hyalüranik asit yönünden zengin çatlak giderici kozmetik ürünleri düzenli olarak kullanmayı alışkanlık haline getirin. Çok dar giysiler giymemeye özen gösterin. Bu tür giysiler kan dolaşımını güçleştirerek, cilde gereken oksijenin sağlanmasını engeller. Oksijen almayan cilt yeteri kadar beslenemediği için daha kolay yıpranır ve deformasyona uğrar” dedi.

    Dr. Akgün, çatlakların sık görüldüğü yerleri şöyle sıraladı:

    “Göğüsler; Vücudun en nazik organları arasında yer alırlar. Göğüsleri saran doku oldukça ince ve hassastır. Bu bölgedeki çatlaklar gelişme çağında bile oluşabilir. Buna rağmen çatlakların çoğunlukla doğum sonrasında ortaya çıktıkları görülür.

    Karın; Bu bölgede ortaya çıkan çatlakların oluşumunda da gebelik dönemi önemli bir rol oynar. Genişleyen karın yüzeyi yıpranır ve esnekliğini kaybeder. Vücudun bu bölgesinde çatlak oluşumunu önlemek için cilde badem yağıyla masaj yapmak ve kozmetik ürünlerden faydalanmak olumlu sonuç verir.

    Bel çevresi; Daha çok bel çevresiyle belin üst kısmında görülen çatlaklar her yaşta ortaya çıkabilir. Cinsiyet farkı gözetmeksizin kadın ve erkekte meydana gelen bu tür çatlakların en önemli nedenlerinden biri; kısa zamanda çok miktarda kilo alıp vermektir. Bu şekilde oluşan çatlakları önlemek için doğru beslenme alışkanlıkları edinmek ve kilo alıp vermekten kaçınmak önem taşır.”

    Dr. Akgün, çatlakların tedavisi hakkında ise şu bilgileri verdi:

    “ Karboksiterapi; Medikal hale getirilmiş CO gazının bölgesel yağ birikimi, selülit, özellikle gebelik ve ergenlik dönemindeki hızlı büyüme sonrasında gelişen çatlak ve sarkma olan alanlarda, cilt içerisine veya cilt altına metodlu olarak enjekte edilmesi yöntemidir.

    Kimyasal Peeling; Glikolik asit kullanılarak yapılan AHA peeling, yeni başlayan dikey çatlakların tedavisinde etkili bir yöntemdir. Vücut bölgesi önce glikolik asit içeren temizleyicilerle temizleniyor. Arkasından glikolik asidin yüzde 50 den başlayan konsantrasyondaki solüsyonları uygulanıyor. Seanslar haftada 1 kez yapılıyor ve seans sayısı kişiye göre değişiyor.

    Mezoterapi; Bu yöntemle çatlakların altında eksilen kolajen yapının uyarılması ve doldurulması amaçlanıyor. Henüz beyaza dönmemiş, pembe-kırmızı dönemdeki çatlaklarda çok etkili bir yöntemdir. Bunun için gerekli ilaçlar çatlağın bulunduğu bölgede cildin içine veriliyor. Haftada 1 seans şeklinde uygulanıyor. Ortalama 2,5 – 3 aylık bir tedavi süresi gerektiriyor.

    Microdermabrazyon-Micropeeling; Özellikle beyazlanmış eski çatlaklarda uygulanan bir yöntemdir. Alüminyum oksit tuzlarının cilt yüzeyine çarpması ve çarpma sonucu problem içeren cildin kontrollü bir şekilde soyulması ve yerine normal sağlıklı, kollagen ve elastin bakımından zengin cildin yerleşmesini sağlama işlemidir.

    Mikropeeling işlemi; yaş kısıtlaması olmaksızın cildin kontrollü olarak soyulmasını sağlar. Etkin soyma sayesinde de iyi bir tedavi değeri sağlanır. Kişinin sosyal hayatı etkilenmez. Tüm bu özellikleriyle dermabrazyon son derece etkili ve güvenilir bir cilt yenileme tekniğidir. Uygulama seansları, genellikle soyma derinliğine bağlı olarak 1 – 3 hafta aralıklarla gerçekleştirilir. İşlem çok güneşli havalarda veya yaz mevsiminde gerçekleştirilmez. Uygulama süresi işlem yapılacak bölgeye göre değişmekle birlikte 15 – 30 dakika kadardır. 6 – 10 seanslık kür olarak yaptırılarak son derece etkili bir sonuç almak mümkündür.

    Altın İğne – Radyofrekans; Özel bir cihaz cildin alt katmanlarına yüksek frekanslı enerji göndermektedir. Cilt altına kontrollü bir hasar vererek düzensiz bir şekilde vücudun doğal kolajenini üretmesi tetiklenir. İğne ve ısı yöntemi kullanılarak cildin doğal yara mekanizması ortaya çıkar. Böylelikle ciltte yenilenme ve yeni hücre oluşumu gerçekleşir.”

  • Tuzun vücutta depolandığı ortaya çıktı

    Vücudun sodyum ihtiyacını karşıladıktan sonra geriye kalan kısmının idrar ya da terleme yoluyla atıldığı zannedilen tuzun, alım yapıldıktan sonra vücuttaki suyla karışmadan kas ve derilerde depolandığı ortaya çıktı. Vücudun depolanan tuzu ihtiyaç halinde kullandığının gözlemlendiğini belirten Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Nefroloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bülent Altun, “Normalde aldığımız tuzun dokularda suyla beraber yol aldığını biliyoruz. Yapılan MR çalışmalarıyla şunu gördük; tuz herhangi bir su tutmaksızın deride ve kasta depolanıyor. Bu olay tuz konusunda yeni bir çığır açıyor” dedi.

    Türk Nefroloji Derneği tarafından düzenlenen “34. Ulusal Nefroloji, Hipertansiyon, Diyaliz ve Transplantasyon Kongresi” Antalya’nın turizm bölgesi Belek’te bir otelde yapıldı. Nefroloji, hipertansiyon, diyaliz ve transplantasyon ile ilgili güncel konuları kapsayan programların yer aldığı kongrede bir basın toplantısı düzenlendi. Toplantıda konuşan Prof. Dr. Bülent Altun, Türkiye’deki tuz tüketimi ve tuzun böbreğe verdiği zarar konusuna değindi.

    “Hipertansiyon, böbreğe zarar veriyor”

    Böbrek sağlığı açısından hipertansiyonun önemine dikkat çeken Prof. Dr. Bülent Altun, “Hipertansiyonun gelişiminde böbrek önemli bir faktör. Bunun yanı sıra hipertansiyon geliştikten sonra böbreğe oluşturduğu zarar önemli. Erken evrelere de bakıldığında yani diyalize ulaşmayan böbrek hastalığı evrelerinde hipertansiyon önemli bir etken olarak ortaya çıkıyor” dedi.

    “Türkiye 3 kat fazla tuz tüketimi yapıyor”

    Türkiye’de tuz tüketiminin Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) önerdiği miktarın 3 kat üstünde olduğunu belirten Altun, bundaki en önemli faktörü ekmek tüketimi ve yemek pişirirken atılan tuz oranı olarak gösterdi. Altun, “Ekmek önemli bir faktör. Yüzde 60-65 gibi bir oranı ekmekten alıyoruz. Bunun yanı sıra da yemeğe pişerken eklenen tuz çok önemli. Tuz tüketimin yüzde 10’nu oluşturuyor. Yine hazır gıdalar da yüzde 20 oranında Türkiye’deki tuz tüketimine katkıda bulunuyor. Bundan yola çıkarak Türkiye’de ekmekteki tuz miktarı 1 gram kadar azaltıldı. Ülkede tüketilen ekmek ortalama 400 gram. 0,25 gram 100 gram için azaltılınca insanlarımız farkında olmadan 1 gram tuz kısıtlaması yapmış oldu. Tabi bunlar ilk çabalar, arkadan gelecek olan çabalar da olacak” dedi.

    “Tuz konusunda yeni bir çığır açıyor”

    Tuzun tüketiminin kalp ve böbrek sağlığı açısından çok önemli olduğuna vurgu yapan Altun, aşırı tüketimde kalp ve böbrek sağlığı açısından olumsuzluklar yaşandığını söyledi. Son yıllarda tuzla ilgili ilginç bilimsel gelişmeler olduğunu da aktaran Altun, “Normalde aldığımız tuzun dokularda suyla beraber yol aldığını biliyoruz. Son yıllarda yaptığımız MR çalışmalarıyla şunu gördük; tuz herhangi bir su tutmaksızın deride ve kasta depolanıyor. Özellikle hipertansif bireylerde bu depolanma daha yoğun. Tedavi sırasında da bu depolardan tuzun ayrıştığı görüldü. Yani siz tedavinizi tuzu attırma yönünde yaptığınızda, vücut hemen onu depolarında aktif olmayan tuzu hayata geçirerek cevap veriyor. Tabi bu depolanan tuzun ne anlamda vücudun koruyucu mekanizması bu halen tartışılıyor ama bu tuz konusunda yeni bir çığır açıyor. Çünkü biz daha önce diyetle ve idrardaki tuza bakarak kişinin tuz tüketimini ve tuzla olan ilişkisine bakarak öngörüde bulunuyorduk. Ama şimdi vücutta su tutmaksızın depolanan ama zaman zaman da ihtiyaç halinde ayrışarak dokulara ulaşan bir tuzun varlığından bahsediyoruz. Gelecekte beklide tedavi prensiplerinde bu faktör uygulama olarak kullanılacak” diye konuştu.

    Tuz diyetinde aşırı sıvı tüketimi uyarısı

    Aşırı tuz diyetinin de kalp sağlığını olumsuz yönde etkilediğine dikkat çeken Altun, şunları söyledi:

    “Çok aşırı derecede bir kısıtlamaya gittiğinizde de kalp sağlığınızda belirsizlikler oluşturabilir. Dünya Sağlık Örgütünün önerdiği 6 gramı sınır almakta fayda var. Çok agresif, tuzsuz diyet yapmanın bu tür sıkıntısı olduğu gibi, böbrek açısından da özellikle yaşlı grupta bol su tüketildiğinde vücuttaki sodyum değerinin düştüğü, daha doğrusu plazma sodyum değeri dediğimiz kandaki değerin düşmesi. Bunun da çok ağır sonuçları olabilen bir tablo oluşturacağını unutmamak lazım. Eğer kişi çok yoğun bir tuz kısıtlamasına gidip hele bir de beraberinde çok yoğun bir sıvı alımı söz konusuysa bu hipertansif hastalardan kan sodyum değeri düşerek komadan yaşamı tehdit eden noktalara kadar ulaşabilir.”

  • Vücutta saklı tehlike: Anevrizmalar

    İç Hastalıkları ve Romatoloji Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Sayarlıoğlu, Samsun Romatoloji Grubu ile bir araya gelerek, onlara “Anevrizmalı Hastalara Romatolojik Yaklaşımı” anlattı.

    Samsun ve çevre illerde görev yapan Romatoloji, İç hastalıkları ve Fizik Tedavi Uzmanlarından oluşan Samsun Romatoloji Grubu 5’inci toplantısını yaptı. Toplantıda atardamarlarında balonlaşma gelişen (anevrizma) hastaların Romatoloji tarafından nasıl değerlendirileceği ele alındı. Toplantıya grup dışında nefroloji, göğüs hastalıkları uzmanları ve iç hastalıkları asistanları da katıldı.

    Toplantıda konuyla ilgili 40 dakikalık bir sunum yapan Liv Hospital Samsun İç Hastalıkları/ Romatoloji Kliniğinden Prof. Dr. Mehmet Sayarlıoğlu, anevrizmanın hastalar için hayati risk taşıdığını ve doğru tedavi için anevrizmaya neden olan hastalığın tanısının doğru konmasının önemine vurgu yaptı. Anevrizmaların hemen hemen vücudun tüm bölgelerinde görülebileceğine dikkat çeken Prof. Dr. Sayarlıoğlu, en önemli risk faktörünün anevrizmanın büyüklüğü ve altta yatan hastalık olduğunu belirtti.

    “Anevrizmanın nedeninin doğru saptanması çok önemlidir”

    Birçok nedenden dolayı atardamarlarda anevrizma gelişebileceğini belirten Prof. Dr. Sayarlıoğlu, bunun doğru belirlenmesinin hayati önem taşıdığını belirtti ve konuşmasına şu sözlerle devam etti: “Anevrizmalar tıbbın önemli acillerinden biridir ve tanının doğru konması şarttır. Her yaşta anevrizma görülebilir. Anevrizmalar genetik, iltihabi (romatizmal) ve enfeksiyon gibi nedenlerle gelişebilir. Hastanın yaşı, cinsi. anevrizmaya eşlik eden diğer belirtileri, laboratuvar tahlilleri, anevrizmanın şekli ve yerleşim yeri gibi bulgular esas nedeni ayırmamıza yarayan en önemli faktörlerdir. Örneğin halsizlik, ateş gibi bulguların eşlik ettiği hastalarda enfeksiyon ve romatizmal nedenler ön planda düşünülmelidir. Genetik hastalık belirtileri olan hastalarda bu durum göz önüne alınmalıdır. Ağzında ve üreme organlarında yara çıkan, göz iltihabı olan bir hastada Behçet hastalığına, böbrek bulguları olan bir hastada damar iltihaplarına eşlik eden anevrizma olabileceği düşünülmelidir.”

    Ayrıca ileri yaşta anevrizmaların en sık nedeninin damarlarda sert plak oluşumuyla giden ateroskleroz olduğunu söyleyen Prof. Dr. Sayarlıoğlu, bu hastaların tedavisinin de buna göre düzenlenmesi gerektiğini belirtti. Doğru tanının çok önemli olduğuna vurgu yapan Prof. Dr. Sayarlıoğlu, “Örneğin enfeksiyon kaynaklı gelişen bir anevrizmaya, romatizma nedeniyle gelişen bir anevrizma gibi tedavi düzenlenirse hastada hayati risk gelişebilir” dedi. Sunumun ardından katılımcılar, Prof. Dr. Mehmet Sayarlıoğlu’na teşekkür etti.

  • Ramazan Ayında Vücutta Küçülme Ve Kilo Kaybına Dikkat

    Ramazan ayında oruç nedeniyle sporu bırakan insanların, vücutta kilo kaybı ve kas küçülmesi yaşamamaları için Fitness Koordinatörü Gökhan Karaağaç önemli tavsiyelerde bulundu. Karaağaç, halk arasında Ramazan ayında spor yapılmayacağı yönünde bir tabu olduğunu söyledi.

    Ramazan ayında spora ara veren insanlarda, kilo kaybı ve kas kütlelerinde küçülme yaşanabildiğini dile getiren Karaağaç, spor yapanlar için beslenme ve antrenman konusunda bilgi verdi. Fitness Koordiatörü Gökhan Karaağaç, halk arasında bu aylarda oluşan bir tabunun olduğunu söyleyerek, “Halkımız arasında, oruç tuttukları için Ramazan ayında spor yapılmaz gibi bir tabu bulunmaktadır. Bunun nedeni insanlarımızın yeterince bilgilendirmeye sahip olmadığından kaynaklanıyor. Yani Ramazan ayında spor yapılmaz tabusu takibinde insanlara kilo kaybı, kasta ve vücutta küçülmeye sebep olmaktadır. Fakat onun yerine Ramazan ayında beslenmelerine ve sporlarına her zaman özen gösterdiklerinde herhangi bir kilo kaybına veya kas kütlesi olarak küçülmeye sebep olmamaktadır” ifadelerini kullandı.

    “AĞIR ANTRENMANI VÜCUT KARŞILAYAMAZ VE OLUMSUZ TEPKİ VERİR”

    Karaağaç, Ramazan ayında besleme şekline de dikkat çekerek, “Beslenme olarak baktığımızda, iftar ve sahur şeklinde iki ana öğün şeklinde yemek zorundalar. Bu öğünler bu şekilde olmamalı, iftardan 1-1,5 saat sonrasında tekrar bir ana öğünle, 3 ana öğüne tamamlamak zorundalar. Çünkü vücudun alması gereken protein ve karbonhidrat miktarı var. Bunların sağlayabilmesi açısından insanlar yediklerine çok özen göstermek zorundalar. Sahurda hafif şeyler yenilmelidir. Kızartma, beyaz ekmek türü gıdalar, tuzlu ve şekerli şeyler yememeleri gerekmektedir. Bu hem tuttukları orucu etkileyecektir hem de yaptıkları sporu olumsuz yönde etkileyecektir. Onun yerine bir çorba, bir haşlanmış yumurta tok tutar gün içinde. Sahurun bitmesine 30 dakika kala yemeklerini bitirmek zorundalar ve son 30 dakikada da bol bol su tüketmeleri gerekmektedir. İftarda, antrenman yapacaklarsa ağır olmayacak şekilde bir çorba içip, spor salonuna gelinmelidir. Mide boş olmamalı tamamen bu kan şekerini, tansiyonu düşürecektir. Spor yapan insanların antrenmanları Ramazan ayı boyunca ağır olmamalı, çünkü ağır antrenmanı vücut karşılayamaz ve olumsuz tepki verir. Ramazan ayında vücutta kilo kaybına ve küçülmeye sebep olmaması için insanların spor yapmalarını diliyorum” şeklinde konuştu.

  • Vücutta Oluşan Şişlikler Önemsenmeli

    Ortopedi ve Travmatoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Serdar Necmioğlu, vücuttaki tümörler arasında görülme sıklığı ortalama yüzde 5 olan kemik tümörlerinin her yaş grubunda ortaya çıkabileceğini vurgulayarak, vücutta oluşan şişlikler ve şikayetlerin önemsenmesi gerektiğini vurguladı.

    Memorial Diyarbakır Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Serdar Necmioğlu, kemik tümörleri ve tedavisi hakkında bilgi verdi. Vücudun her organında olduğu gibi yumuşak dokuda ve iskelet sisteminde de iyi ve kötü huylu tümörler görülebileceğini anlatan Necmioğlu, “Kötü huylu tümörlerin büyümesi ve gelişmesi sınırsızdır. Vücudun diğer organlarına da yayılabilir. İyi huylu özellikte olanlar ise bazen hiçbir belirti vermez ve farklı amaçla yapılan görüntüleme tetkiklerinde ortaya çıkar. Vücuda yayılımı ise çok ender olarak görülür” dedi.

    “ŞİŞLİK VE AĞRI ÖNEMLİ BİR BELİRTİ”

    Kemik tümörlerinde ağrı ile birlikte, vücutta oluşan şişlikler ve karşı uzuvdan farklı şekil bozukluklarının önemli bir belirti olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Necmioğlu, “Eğer herhangi bir bölgede şişlik varsa, ağrıya yol açıyorsa, zamanla büyüyor ve yaşam kalitesini olumsuz etkiliyorsa, zaman kaybetmeden bir uzmana başvurulmalıdır. Bunlarla beraber vücutta oluşan lekeler ve lenf nodülleri de hastalığın habercisi olabilir. Çoğu zaman darbe, zorlanma ya da soğuk algınlığına bağlanan ve önemsenmeyen bu belirtiler, çeşitli ağrı kesici ve kas gevşetici ilaçlar ile geçiştirilerek, hastalığın erken tanı şansı tehlikeye atılmaktadır. Oysa kemik tümörlerinde de erken tanı ve tedavi, yaşamsal önem taşımaktadır” diye konuştu.

    “GÖRÜNTÜLEME YÖNTEMLERİ VE BİYOPSİ İLE TANI KONULUR”

    Hastalığın tanısının, detaylı muayene ile birlikte doktorun yönlendireceği, BT, MR ve Pet-CT gibi uygun görüntüleme tetkikleri ile konulduğunu anlatan Necmioğlu, şu ifadelerde bulundu:

    “İleri görüntüleme yöntemlerine rağmen kesin tanı konulamayan durumlarda biyopsi yapılması gerekir. Biyopsi, var olan bir tümör ve bunun yapısı hakkında tüm verileri ortaya koyan kesin tanı yöntemidir.”

    “TÜMÖR CERRAHİSİ HASTAYA YAŞAM KONFORU SAĞLAR”

    Kemik tümörlerinde tanı konulduktan sonra tedavinin tümörün yapısına ve durumuna göre belirlendiğine işaret eden Necmioğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

    “Günümüzde, kemoterapi, radyoterapi ve koruyucu cerrahiler ile yumuşak doku ve kemik tümörleri tedavi edilebilmektedir. Özellikle tümör nedeniyle oluşan kırıklarda ortopedik cerrahi işlemler hastanın yaşam kalitesini artırmaktadır. Bazen etkilenen doku ve tümör tamamen alınarak yerine, kemik ve benzeri doku nakilleri yapılabilmektedir. Ayrıca yine bazı durumlarda tümör protezleri ile kemik ve eklemlerin yapay maddelerle değiştirilmesi gerekir ki günümüzde, tüm kemik ve eklemlerin gelişmiş protezlerine ulaşmak mümkündür.”