Etiket: Verilmeli”

  • Diyanet-Sen Erzurum Şube Başkanı Ardahanlı, “Sözleşmelilere uygulanan çifte standarda son verilmeli”

    Diyanet-Sen Erzurum Şube Başkanı Ardahanlı, “Sözleşmelilere uygulanan çifte standarda son verilmeli”

    Diyanet-Sen Erzurum Şube Başkanı Nurullah Ardahanlı, Diyanet’te, tüm sözleşmeli personelin 3+1 kadro hakkından, eş durumu ve becayiş hakkından yararlanması gerektiğini söyledi.

    Diyanet-Sen Erzurum Şube Başkanı Nurullah Ardahanlı, Diyanet’te, tüm sözleşmeli personelin 3+1 kadro hakkından, eş durumu ve becayiş hakkından yararlanması gerektiğini söyledi.

    Sözleşmeli personel hakları ile ilgili açıklamada bulunan Ardahanlı, 9 Temmuz 2018 tarihinden sonra atatan 4/B sözleşmeli personelin çakılı kadro gereği bir yılın sonunda eş durumu ve becayiş hakkından yararlanamadığını, eşinden ve çocuklarından ayrı çalışmak zorunda kalan personelin moral ve motivasyonunun düştüğünü söyledi.

    Ardahanlı, “Diyanet İşleri Başkanlığında çalışan 4-B sözleşmeli personelin kadroya geçmesi için uygulanan 3+1 formülü 9 Temmuz 2018 tarihinden önce atanan sözleşmeli personeli kapsamıyor. 9 Temmuz 2018 tarihinden sonra atananlar ise bir yılın sonunda becayiş ve eş durumu tayininden yararlanamıyor. Diyanet-Sen, aynı kurumda çalışan 4-B sözleşmelilere uygulanan bu çifte standardın bir an önce son bularak tüm 4/B sözleşmeli personelin 3+1 formülü ile kadroya alınması ve çalışmalarını müteakip bir yılın sonunda eşi ister kamuda, isterse özel sektörde çalışsın tüm 4/B sözleşmeli personelin becayiş ve eş durumu tayininden yararlanması için çalışmalarına devam ediyor” dedi.

    Diyanet İşleri Başkanlığında çalışan sözleşmeli personele kadro yolunu açan 3+1 formülünün geçen yıl Diyanet-Sen’in girişimleri ile TBMM’de kanun teklifi olarak sunulduğunu ve 27 Haziran 2019’da yasalaşarak yürürlüğe girdiğini hatırlatan Ardahanlı, konuşmasına şöyle devam etti:

    “Ancak yasanın 9 Temmuz 2018’den önce atanan sözleşmeli kurum personelini kapsamaması, 3+1 kadro formülünden yararlananların ise çalışmalarını takiben bir yılın sonunda eş durumu ve becayiş hakkından yararlanamaması kurum personelini rahatsız etmiş, iş barışını ve personelin motivasyonunu olumsuz yönde etkilemiştir. 3+1 kadro şartının çıktığı günden beri 9 Temmuz 2018 öncesi atanan sözleşmeli kurum personelinin de bu uygulamaya dahil edilmesi gerektiğini söyledi. Sendikamız bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı ve hükumet yetkilileri ile görüşerek bu ikili uygulamanın bir an önce sonlandırılmasını ve tüm kurum çalışanlarının 3+1 kadro uygulamasına dahil edilmesi için çalışmalarını sürdürmektedir.”

    9 Temmuz 2018’den sonra atanan 4/B sözleşmeli personelin çakılı kadro gereği bir yılın sonunda eş durumu ve becayiş hakkından yararlanamadığına vurgu yapan Ardahanlı, bunun da eşinden ve çocuklarından ayrı çalışmak zorunda kalan personelin moral ve motivasyonunu düşürdüğünü söyledi.

    Ardahanlı, “Diyanet İşleri Başkanlığında girişimlerimiz sonucu konuyla ilgili çalışmalar başlatılmıştır. Kurumdaki çalışma barışını etkileyen, aynı işi yapan personele reva görülen bu ikili uygulamanın bir an önce sonlandırılarak kurumumuzda çalışan tüm 4/B sözleşmeli personelin 3+1 uygulaması ile kadroya geçmesi, 9 Temmuz 2018 sonrası atananların ise bir yılın sonunda eşi ister kamu, ister özel sektörde çalışsın tayin ve becayiş hakkından yararlanması için çalışmalarımız devam etmektedir” diye konuştu.

  • Ömeroğlu: “Cinsel istismar eğitimlerine son verilmeli”

    Ömeroğlu: “Cinsel istismar eğitimlerine son verilmeli”

    Uzman Eğitimci Dikkat Akademisi Kurucusu Adalet Ömeroğlu, son yıllarda yaşanılan çocuk istismarlarının sayısının artmasıyla birlikte üzerinde titizlikle durulan Cinsel İstismar hususunun bugün gösterilen sonuçlara göre ivedilikle önlem alınarak değerlendirilmesi ve kaygı artırıcı boyutlara sürüklendiğine dikkat çekilmesi gerektiğini belirtti.

    Ömeroğlu, “Körpecik zihinlere şüphe çivisi çakmak, ilerleyen yaşlarda öfke ve saldırganlığa dönüşebilmektedir! Kendini koruyabilme becerisi, modelleme yoluyla ancak sevgi ve güven bağı ile kazanılır” dedi.

    Özellikle istismarın artması ile birlikte okul öncesi dönemden başlanılarak, televizyon programları, konferanslar, seminerlerin yanında yazılı ve görsel medyada da ön plana çıkmış, farkındalık çalışmalarının farklı boyutlar kazandığını anlatan Adalet Ömeroğlu, “Yapılan çalışmaların iyi niyetli olmasına rağmen istismarda önleyiciliğin ötesinde, eylemin tekrarını ve ailelerin endişesini artırmıştır. Gelişimsel sürecin en önemli basamağı olan okul öncesi dönem maruz kalınma bakımından riskli gurubu oluşturduğu için, kendini koruyamayacak yaş aralığında olunması hem kaygıyı artırmış hem de önlem almayı zaruri kılmıştır. Oysa üzerinde asıl durulması gereken önlem alıcı tavırlardan ziyade çocuğu her durumda kendini korumayabilmeye hazır hale getirmek için aile içinde de çocuğu koruyabilmeye vurgu yapılmalıdır. Soyut dönem basamağına henüz ulaşamamış bu yaş aralığındaki çocuklar, ne tehlikeyi tanımlayabilir ne de kendini nasihatlerle koruyabilir. Bu yüzden zihinlerine erken ekilen bu kaygı tohumları ve dolayısıyla sosyal beceri kazanma süreçlerinde sergiledikleri şüpheli tavırları guruba dahil olma ve uyum problemlerini de beraberinde getirmiştir. Dahası, henüz güvenli bağlanma pratiklerini kazanamamış bu çocukların, aile, akraba, arkadaş, komşu, öğretmenler vb. yetişkinleri ile nasıl iletişime geçme deneyimlerini de zedelemektedir. Kim, hangi durumda bana dokunmalı ve özel alanımın ne kadarını sergileyebilirim muhakemesini de yapamamaktadır. Sevildiğini anlayan çocuklar kendilerini güvende hissetmekte ve doğru ilişki kurabilmektedir. Ayrıca bu aralıktaki çocuklar en çok dokunsal iletişim kurmakta ve sözsüz iletişimi yani duyusal iletileri çok sık kullanmaktadırlar. Kendisine gülümseyen bir yetişkini samimi bulabilirken, bir başka yetişkininin bitişiğinde oturmasını ise bir sevilme türü olarak anlayabilmektedir” diye konuştu.

    “Öyleyse küçücük zihinlere hangi durumda nasıl davranması gerektiğini ve hangi davranışın nasıl yorumlanması gerektiğini nasıl öğreteceğiz?” diyen Adalet Ömeroğlu, açıklamasını şöyle sürdürdü;

    “İstismardan korunmanın önlemleri, aile ve toplumsal türlerde farklılık göstermektedir. Dokunma ve izin alma öğretileri çeşitli olabilmektedir. Kaygılı ebeveynler, durumun hassasiyetinin telaşıyla, istismarı izah etmede ve çocuğunun kendini koruyabilmesi adına önlem alma sürecinde henüz çocuğun tanımlayamadığı özel bölgelerine dikkat çekmekte ve bu özel bölge sınırını da kestirememektedir. Çünkü cinsiyet ayırımı (kız-erkek) ve cinsel aktivite eylemlerinin 4-6 yaşlarında kazanılmaya başlanıldığı bu kritik süreçte istenmeyen eylemlere vurgu yapılmasıyla başka uyandırmalara da neden olabilmektedir. Çünkü henüz soyut dönem becerilerini kazanamadığından önlemlerin bölge gösterilerek uyarılması, çocuğun kaygısını artırabilmekte ve özel bölge alanlarına hassasiyeti geliştirebilmektedir. Engellenen alanlara merakı artırmakta hatta akranları arasında pratik yapma heyecanı bile uyandırabilmektedir. Peki, istismarı hangi basamağa ayırmalı ve çocuk eğitiminde buna nasıl yer vermeliyiz

    Çocuk bu istismara kendini koruyamadığı için değil, çocuk yaşta kendi mahremiyeti korunmayan yetişkinleri tarafından maruz kalıyor.

    Mahremiyet eğitimi ailede başlar ve modelleme yoluyla uzun süreci kapsar. Anne ve baba tutumu ve tutarlılığı bu eğitimin kazanılmasında son derece önemlidir. Çocuğun bezinin değiştirilmesi, tuvalet eğitimi ve banyo mahremiyetin en çok göz ardı edildiği alanlardır. Anne ve babanın bu alanlardaki hassasiyeti çocukta kendini koruyabilme duyarlılığını zaten geliştirecektir. Yalnız yabancıların yanında değil 1,5-2 yaşından itibaren anne ve babanın kıyafet değişiminde dahi hem kendilerini hem çocuğu koruma tavırları, bez değiştirme sırasında özel alana geçilmesi, banyoda dahi çamaşırın çıkarılmaması ve asla banyoda eşlik edilmemesi, izinsiz eşya kullanımı ve özel alanların kullanılmaması gibi öğrenme süreçlerinin özenle desteklenmesi çocuğu doğal koruma ve korunma becerilerine hazırlayacağından altını çizerek, korku ve kaygı aşılayarak onların anlayamayacakları kurgulara da ihtiyaç kalınmayacaktır. Kendi özel alanımızda koruyamadığımız çocuklar, yabancı kavramını bile tanımlayamadığı kişilere karşı kendini nasıl koruyacaktır. Çamaşırını istediği yerde çıkaran ve ulu orta yerde tuvaletini yapabilen çocuklara istismarı ve korunma yollarını öğretemeyeceğimiz gibi onların hayal dünyalarında olumsuz duyguları canlandırma ve gübrelemeye de fırsat vermemeliyiz. Dolayısıyla istismar eğitimleri yerine anne-babama-çocuk eğitimleri artırılmalı ve koruma, güven ve sevgi gibi kavramların ailede başlanıldığı gerçeğiyle olumsuz davranışların sonucunda önlem almaya yönelik eğitimler ve farkındalık çalışmaları sınırlandırılmalı ve “istismar“ gibi çok olumsuz sonuçlar doğurabilecek kavramların, olumsuz davranışın tekrarını güçlendirebileceği endişesiyle küçücük zihinlerin yanında dahi kullanılmamasına dikkat edilmelidir.”

  • İSG-SEN Erzurum İl Temsilcisi Hancı: “İlkokullarda iş sağlığı ve güvenliği dersi verilmeli”

    İSG-SEN Erzurum İl Temsilcisi Hancı: “İlkokullarda iş sağlığı ve güvenliği dersi verilmeli”

    İş Sağlığı ve İş Güvenliği Çalışanları Sendikası (İSG-SEN) Erzurum İl Temsilcisi Ahmet Hancı ve sendika görevlileri İş Sağlığı ve Güvenliği Uzmanları Gökçe Kamacı ve Hamide Yalçın, Vali Okay Memiş’i makamını ziyaret etti.

    İş sağlığı ve güvenliği tüm dünyada önemli sorunlardan birisi olduğunu belirten İSG-SEN Erzurum İl Temsilcisi Hancı, “Bu alanda yapılacak kaliteli düzeltmelerle iş kazaları minimum seviyeye düşürülebilir. Fakat Türkiye’de bu anlamda önem oldukça az. Sadece işverenler değil çalışanlarda iş güvenliğine karşı vurdumduymaz tavırlar sergiliyor. ‘Olacağına varır’ lafına sığınan binlerce insan iş kazaları sonucu ya hayatını kaybediyor ya da sakat kalıyor. İş Sağlığı ve Güvenliği Çalışanları Sendikası (İSG SEN) bu anlamda önemli çalışmalar yapan bir yapı halinde. Sadece iş sağlığı ve güvenliği çalışanlarına yönelik değil diğer insanların iş kazalarına karşı duyarlı ve tedbirli olabilmeleri için de önemli adımlar atıyor” dedi.

    Gerçekleştirilen ziyaret hakkında bilgi veren İSG-SEN Erzurum İl Temsilcisi Ahmet Hancı, “Yapılan görüşmede ilimizdeki iş sağlığı ve iş güvenliği konusunda mevcut durumu Valimize anlattık. Bu konuda yapılabilecek çalışmalardan bahsedildi. İş sağlığı ve iş güvenliği konusunda ilkokullar olmak üzere tüm okullarda eğitimler verilmesi konusunda vali beyin olumlu görüşü alındı. Karşılıklı yapılan konuşmalar neticesinde görüşme olumlu sonuçlandı” diye konuştu.

    Sendika olarak faaliyetlerine ile iş sağlığı ve güvenliğinin önemine değinen Hancı, “İş sağlığı ve güveliği çalışan toplumda oldukça önemlidir. Ülkemizde her yıl ortalama bin 500’den fazla insanımız iş kazalarında hayatını kaybediyor. Yine bu kazalar sonucu binlerce insan sakat kalıyor ve yüzlerce çalışanımız çoğu tedavi edilemeyen meslek hastalığına yakalanıyor. Söz konusu alanda yapılabilecek çalışanların başında hiç şüphesiz eğitim gelir. Özellikle temelden verilebilecek eğitimler gelecek nesillerin daha sağlıklı bir iş hayatı oluşmasını sağlayabilir” şeklinde konuştu.

    Yine ilkokullardan sonra eğitimlerin bir üst boyutuna dikkat çeken Hancı, “İş sağlığı ve güvenlik tedbirleri ile ilgili işyerlerinde çalışanların bilinçlendirilmesi için işverenlerin işçilere konuyla ilgili eğitiminin sağlaması oldukça önemlidir. İşyerlerinde mutlaka iş sağlığı ve güvenliği noktasında düzenli olarak eğitimler verilmelidir. Bu eğitimler çalışanları iş sağlığı ve güvenliği hakkında bilinçlendirilerek olası iş kazalarının önüne geçmek ve risk seviyesini azaltmak için çalışma hayatında önemli yer teşkil eder” açıklamalarında bulundu.

  • KFMİB: “Alan bazlı destek sıladakine verilmeli”

    Fındık ve Mamulleri İhracatçıları Birliği (KFMİB) Yönetim Kurulu Üyesi Cem Şenocak, hükümetin 2009 yılından bu yana uyguladığı alan bazlı destek ödemesinin doğru bir yöntem olduğunu, ancak günün ve bölgelerin koşullarına göre yeniden dizayn edilmesi gerektiğini söyledi.

    Cem Şenocak, 2009’da başlatılan alan bazlı desteğin, bugün dekar başına 170 TL olduğunu hatırlatarak, “Devlet alan bazlı destek de geçmişte yaşananları ve elde edilemeyen hedefleri de göz önünde bulundurarak bazı düzenlemeler yapmalıdır. Öncelikle desteği gurbete çıkmış olanlara değil, toprağının başında yani sıladakilere vermelidir” dedi.

    Desteklemenin fındıkta verim ve kaliteyi arttırmanın yanında, dar gelirli üreticiye de katkı sağlama amaçlı olduğuna vurgu yapan Cem Şenocak, şöyle devam etti:

    “Devlet 10 dönümden aşağı fındık üretimi yapan üreticiye dönüm başına 500 TL destek verilmelidir. 20 dönümden aşağı yeri olana 400 TL, 30 dönümden aşağı yeri olana 300 TL, 40 dönümden aşağı yeri olana 200 TL, 50 dönümün altına dönüm başına 100 TL dekar başına alan bazlı destek verilmelidir. 50 dönümden üstüne de az da olsa bir destek verilmesi lazımdır. Bu da ürünün bakım gübreleme hizmetler için 50 TL olabilir. Fındık destekleri verirken bahçesiyle ilgilenen üreticiler seçilmelidir. Gurbettekiler değil, sıladakiler tercih edilmelidir. Doktora, avukata ya da gurbetteki bahçe sahiplerine destek verilmemelidir. Köyünde, toprağında oturup fındığı ile ilgilenenler var. Bir de gurbete gidip orada iş tutup geçinenler var. Bunlar çiftçi değil. Bunları devlet niye desteklesin? Ancak eğer bu gibiler bahçesini ortağa veya akrabasına kiralarsa, ona da o zaman destek alsın. Bu desteği alan vatandaşlarımız fındıkla uğraşsınlar. Bu dağları, tepeleri korusunlar. Ama göç etmiş vatandaşa destekleme vermeyelim. Yıllık verilen destekleme 850 milyon TL civarıdır. Bu rakam çok az artırılarak kendi içinde küçük ve bahçesiyle ilgilenen, meyilli arazi üzerindeki üreticiye daha fazla destek vererek adaletli bir sistem oluşturulabilir.”

    “Bu model Doğu Karadeniz’e uygundur”

    Devletin desteklemede fındığın ana üretim bölgesi olan ve arazi yapısı itibariyle de sosyal uygulamaları gerektiren Doğu Karadeniz için farklılık sunması gerektiğini de kaydeden Cem Şenocak, “Meyilli arazi adı altında bu destek her bölgenin yükseklerine verilmektedir. Ancak bu destekten yaklaşık olarak Samsun yüzde 20, Batı Karadeniz yüzde 30 faydalanırken, Ordu, Giresun ve Trabzon yüzde 100 yararlanıyor. Dikkat edilirse sorunun Doğu Karadeniz’de, yani Ünye’nin doğusundaki birinci üretim bölgesinde olduğu görülecektir. Bu, 3 il için sistem mükemmel bir modeldir. Desteklemenin yaklaşık 500 milyon lirasını bu 3 il alıyor. Alması gerekende bunlardır” diye konuştu.

  • Doğan: “Anızın parçalanması için çiftçiye destek verilmeli, yakmayan ödüllendirilmeli”

    Yüreğir Ziraat Odası (YZO) Başkanı Mehmet Akın Doğan, toprağın yapısı ve kalitesinin bozulmasına yol açan anız yangınları sorununun, çitçilere destek sağlanması ve ödüllendirilmesiyle çözümlenebileceği önerisinde bulundu.

    Doğan, mısır ve buğday hasadı sonrası tarlada kalan anızın her yıl bilinçsiz bir şekilde yakılmasının, hem toprağa hem de çevreye geri dönüşü olmayan ciddi zararlar verdiğini söyledi.

    Hasadın ardından bitki kalıntılarının ekonomik olacağı düşüncesiyle yakılarak ortadan kaldırılıp tarlayı ikinci ürüne yetiştirme çabasının oldukça yanlış bir yöntem olduğunu belirten Doğan, “Bu davranış, organik maddeler ve canlılar yandığı için verimli topraklarımızı fakirleştiriyor. Çiftçiler bu yolla kar ettiğini sanıyor, ama insanların beslenme ihtiyaçlarının karşılanması noktasında sürdürülebilir tarımı adeta baltalıyor” dedi.

    Doğan, ağırlıklı olarak küçük ölçekli ve kiralanan tarlalardaki anız yangınlarının, üreticilere sağlanan desteklerin daha iyi noktalara getirilmesiyle sona erebileceğine işaret ederek, şunları söyledi:

    “Toprak yapısının bozulmasının yanı sıra insan sağlığını tehdit eden ve atmosfere salınan karbondioksit gazı ile iklim değişikliğine yol açan anız yakılması sorunu, üreticiye sap parçalayıcı makinelerin temini konusunda imkânlar sağlanması ile giderilebilir. Çiftçilerimize bu konuda destek sağlanmasının yanı sıra, yakmayan üreticiler de ödüllendirilmelidir. Böylece, zaten tohum, mazot, gübre ve ilaç gibi girdi fiyatlarının yüksekliği karşısında ayakta durmakta zorlanan üreticiler, yanlış olan bu yöntemden uzaklaşmış olur. Yetkililerimizin, bu öneriyi dikkate alacağını düşünüyor, her ne olursa olsun bir kez daha üreticilerimizi anızı yakmamaları konusunda uyarıyoruz.”

    “Anızın yakılması giderleri artırıyor”

    Doğan, yakılan ateşle toprakta ölen mineraller yüzünden, üreticilerin, sonraki ürün ekimlerinde daha fazla gübre, zararlılara karşı daha fazla kimyasal ilaç ve gübre kullanmak zorunda kaldıklarına da değindi.

    Anız yakılan tarlalardaki ürünün tadı ve kokusunun bozularak kalitesinin düştüğünü anlatan Doğan, bunun da besin zinciri yolu ile toplum sağlığını olumsuz yönde etkilediğini kaydetti.