Etiket: Tedaviler

  • Bitkisel destek tedaviler kanser tedavisine önemli katkı sağlıyor

    Bitkisel destek tedaviler kanser tedavisine önemli katkı sağlıyor

    Tıbbi Farmakoloji Fitoterapi ve Homeopati Uzmanı Prof. Dr. Mustafa Iraz, bitkisel destek tedavilerin kanser tedavisine önemli katkı sağladığını belirtti.

    Bitkilerin ilaç geliştirilmesinde en önemli kaynak olduğunu kaydeden Prof. Dr. Mustafa Iraz, “Bitkilerdeki etkili bileşenlerin ayrıştırılarak, saf maddeler olarak tedavide kullanılması her zaman mümkün değildir. Nitekim, saflaştırılmayan veya kısmen saflaştırılan bitkisel ekstraktlar, aynı bitkiden izole edilen saf maddelere göre daha yüksek etkinlik gösterir. Bunun en önemli sebebi ekstraktın içerisinde yer alan polifenoller veya saponinler gibi bazı bitki bileşenleridir. Bu bitki bileşenleri çoğu kez kendileri etkili olmasa bile etkili bileşenin etkinliğini artıran adjuvan maddeler olarak fonksiyon gösterirler. Mesela, Ginkgo biloba, Hypericum perforatum, Tribulus terrestris, Artemisia annua gibi bitkiler bütün bitki veya ekstre olarak kullanılırlar. Saf maddelere kıyasla, bir bitki ekstraktının çok daha düşük dozları ile içindeki sinerjistik etkili maddelerden dolayı, istenen biyolojik cevap sağlanabilmekte ve aynı zamanda olası riskler bertaraf edilebilmektedir” dedi.

    Genellikle en iyi etkinin elde edildiği ekstraksiyon tekniklerinin sır olarak saklandığını kaydeden Prof. Dr. Mustafa Iraz, “Bitki özlerinin saf madde yerine ekstrakt olarak kullanılmasının bir başka nedeni ise saf olarak izole edilen bileşenlerin daha kolay bozularak etkisini kaybetmesi ve tek başına biyoyararlanımının düşük olmasıdır. Başka bir ifadeyle bağırsaklardan yeterince emilememesidir. Bu duruma bir örnek olarak belirgin antidepresan etkinliğe sahip olan Sarı kantaron (Hypericum perforatum ya da St.John’s wort) verilebilir.

    Sarı kantaronun içerdiği hiperforin izole edildiğinde atmosferik oksijen ile teması durumunda parçalanarak etkisini kaybetmektedir. Bitki ekstraktı içinde ise antioksidan etkili flavonoitler tarafından korunarak bozulması önlenmektedir. Diğer bileşen hiperisin ise bağırsaklardan son derece zayıf emilimi nedeniyle tek başına etkinliği zayıf olup, ekstrakt halinde bulunan epikateşin, prosiyanidin, hiperozit veya rutin gibi polifenolik bileşikler ile kombine olduğunda kan seviyesinde belirgin bir artış meydana gelmekte ve kuvvetli antidepresan etki göstermektedir. Bu nedenle, etkili bileşenlerin saf halde kullanımı yerine “standardize edilmiş kantaron ekstraktının” kullanılması tercih edilmektedir. Dolayısıyla günümüzde tedavi amacıyla etken maddelerin bitkiden saflaştırılarak kullanılması yerine “belirli bileşenleri bakımından standardize edilmiş bitki ekstraktlarının” kullanılması, daha yüksek etkinlik ve daha az yan etki için tercih edilmektedir” diye konuştu.

    Kanser destek tedavisi uygulayan Prof. Dr. Mustafa Iraz, bitkisel destek tedavilerinin kanser hücresinin hem gerekli besinleri dengeli olarak alması sağlayarak olgun hücre haline gelmesini hem de kanser hücresindeki genetik yapıyı etkileyip hızlı bölünmeyi yavaşlatarak kanser tedavisine katkıda bulunduğunu belirtti.

    Dr. Iraz, bitkisel ürünlerin kanser tedavisine bu katkıları verirken sağlıklı hücrelere zarar vermeyeceğini; Bu nedenle kanser hastalarında fitoterapinin güvenle kullanılabilecek bir tamamlayıcı tıp yöntemi olduğunu vurguladı.

  • Ortopedik eklem cerrahisinde ’Hücresel Tedaviler’ ve ’Kök Hücre Tedavisi’

    Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Doç. Dr. Nevzat Selim Gökay, ortopedik eklem cerrahisindeki tedaviler hakkında önemli bilgiler verdi.

    Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Doç. Dr. Nevzat Selim Gökay, ortopedik eklem cerrahisindeki tedaviler hakkında önemli bilgiler verdi. Doç. Dr. Gökay, ’Hücresel Tedaviler’ ve ’Kök Hücre Tedavisi’ konusunda açıklamalarda bulundu.

    Eklemlerimiz, hareketin sağlanmasında en önemli görevi üstlenen parçamızdır diyen Doç. Dr. Nevzat Selim Gökay, ’’O kadar ki eklem, çoğu zaman hareketle özdeşleştirilerek anılır ortopedi alanında. Kabaca tarif etmek gerekirse eklem, iki kemiğin birleştiği ve kemik yüzeylerinin yapısına göre farklı yönlerde harekete izin veren organlarımızdır’’ ifadelerini kullandı.

    Doç. Dr. Gökay sözlerini şöyle sürdürdü: ’’Kemik yapı sert ve ağrılı bir doku olduğu için birbiri üzerinde hareket etmesi sürtünmeden dolayı zor, gürültülü ve aynı zamanda da ağrılı olacaktır. İşte tam da bu noktada, eklemlerimizi oluşturan temel doku olan kıkırdak dokusu devreye girer. Kıkırdak dokusu, eklem yüzeylerinde adeta kemik yüzeylerinin üzerini kaplayan ve hareketi kolaylaştıran bir dokudur. Kıkırdak dokusunun esnekliği sayesinde eklem hareket ederken, kemik uçlarının birbirine sürtünmesi engellenir, hareketler ağrısız ve sessiz bir hale gelir’’.

    ’’Yeniden kıkırdak doku oluşturulabiliyor’’

    Kıkırdak dokusunun da diğer dokular gibi canlı ve yaşayan bir doku olduğunu dile getiren Doç. Dr. Gökay, ’’Bazen bir travma sonrasında kıkırdak dokusunda hasar oluşabilir. Kıkırdak dokusu, ne yazık ki sinir dokusu gibi kendi kendisini yenileyebilen bir doku değildir. Eklemden kıkırdağın hasar gördüğü kısımda kemik dokusu açığa çıktığı ve temas ettiği için hareket esnasında ağrı ortaya çıkmaya başlar. Vücut doğal yoldan oluşan kıkırdak hasarını onaramayacağı için hastalık uzun dönemde hastaların yaşam kalitesini etkileyen ciddi bir hale gelir. Hasar gören kısımda yeniden bir kıkırdak dokusu oluşturmak, hastalığın tedavi edilmesini sağlayacaktır. Tam kat, yani kemiğe kadar olan bir kıkırdak hasarının tedavisinde sıklıkla cerrahi bir müdahale gerekecektir’’ diye konuştu.

    Uygulanan cerrahi tedavi yönteminin kıkırdak hasarının boyutuna göre değiştiğini ifade eden Doç. Dr. Gökay, küçük kıkırdak lezyonlarının ’mikrokırık’ olarak adlandırılan, kemik iliğinin uyarılması yöntemiyle uzun yıllardır başarıyla tedavi ediliyor. Aslında bu yöntem, günümüzde uygulanan kök hücre tedavisinin temelini oluşturmaktadır. Tedavinin prensibi, kemiğin kabuğunda açılan küçük delikler boyunca, kemik iliğindeki mezenkimal kök hücrelerin yeni bir doku oluşturmasına dayanır’’ şeklinde konuştu.

    Daha geniş lezyonların tedavisinde ’mikrokırık’ yönteminin yetersiz kaldığını belirten Doç. Dr. Gökay, ’’Kıkırdak hücresi nakli, geniş kıkırdak hasarlarının tedavisinde başarı ile uygulanmaktadır. Bu yöntemin en önemli dezavantajı iki aşamalı bir cerrahi süreci gerektirmesidir. İlk aşamada kapalı (artroskopik) yöntemle alınan kıkırdak hücreleri laboratuvara gönderilerek kültüre edilir, yani çoğaltılır. Yaklaşık 30 gün sonra çoğaltılan hücreler, hastanın hasarlı kıkırdak bölgesine ekilerek, hasarlı kısım tamir edilebilir. Son jenerasyon kıkırdak nakillerinde, nakledilecek kıkırdak dokusu, sentetik olarak üretilen bir takım hücresiz çatı ağlar üzerine ekildikten sonra hastalara nakil edilmektedir. Sentetik çatı ağların yaygınlaşması ve kemik iliği uyarılması yöntemleri sonrasında hücresiz olarak bu çatı ağların hasarlı bölgeye uygulanmaları ile de başarılı sonuçlar alınması dikkatleri bu yöntem üzerine de çekmiştir’’ açıklamasında bulundu.

    ’’Kas iskelet sisteminde kök hücreler kullanılıyor’’

    Kök hücreler kullanılarak hasarlı bir dokunun yenilenmesi fikrinin uzun yıllardır gündemde olduğunu hatırlatan Doç. Dr. Gökay, ’’Elde edilmelerindeki güçlükler, bu tedavinin uygulanmasını epey geciktirmiştir. Teknolojinin gelişmesiyle kök hücrelerin elde edilme yöntemleri basitleşmiştir. Kıkırdak gibi kas iskelet sistemini ilgilendiren dokuların tedavisinde, erişkin hayatta da vücudumuzda bulunabilen mezenkimal kök hücrelerin önemli olduğu saptanmıştır. Kemik iliği ve yağ dokusu, mezenkimal kök hücrelerden zengin olan vücut bölgeleridir. Özellikle yağ dokusundan elde edilen kök hücreler, hem niteliksel hem de niceliksel açıdan daha üstündürler. Mezenkimal kök hücreler, iyileşmeyi hızlandırarak, sağlıklı bir doku oluşmasını sağlayabilen, rejeneratif (yenileme) potansiyeli çok yüksek olan hücrelerdir’’ dedi.

  • Kalp dışındaki damar tıkanıklıklarında da ameliyatsız tedaviler

    Eskişehir Osmangazi Üniversitesi (ESOGÜ) Tıp Fakültesi Girişimsel Radyoloji Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Fahrettin Küçükay, kalp dışındaki damar tıkanıklıklarında uygulanan ameliyatsız tedavilerle ilgili bilgilendirici bir açıklama yaptı.

    Doç. Dr. Fahrettin Küçükay, halk tarafından kalp damarı tıkanıklıklarında damar açma işlemleri iyi bilindiğini anlattı. Kalp dışındaki bacak, kol, beyin, iç organ damarlarında da darlıklar ve tıkanıklıklar oluşabilmekte ve bunlar girişimsel radyologlar tarafından ameliyatsız olarak tedavi edilebildiğini anlatan Küçükay, “Anjiyoplasti ya da stent cerrahi işleme gerek kalmaksızın tıkalı veya daralmış damarları balon kateter ile genişletme (anjiyoplasti) ve özel protezi (stent) damar içine yerleştirerek damarları açma yöntemidir. Niçin Yapılır? Damarda tıkanma ve daralma varsa yapılır. En sık tıkanıklık yapan hastalık ise ateroskleroz (damar sertliği)’dur. Bu hastalıkta damar iç yüzeyinde plak adı verilen yağ birikimleri oluşur. Damardaki tıkanıklıklar organlara yeteri kadar oksijen ve besleyici maddelerin gitmemesine neden olur. Damarda genişletme işlemi yapıldığında organlara yeteri kadar kan gideceğinden şikayetler yok olacak veya azalacaktır. Özellikle şeker hastalığına ve damar problemine sahip hastalarda ampütasyon dediğimiz kol veya bacağın kesilme işleminden önce kesinlikle girişimsel radyolojik damar açma tedavi yöntemleri denenmelidir. Nasıl Yapılır? Daha önce anjiyografi işlemi yapılır. Anjiyoplasti kateteri tıkalı veya daralmış damara yerleştirilir. Balon şişirilerek tıkalı damar açılır. Yeterli açıklık oluşmamışsa, genişletme işlemi sırasında damarda bazı komplikasyonlar gelişmişse damarın devamlı açık kalmasını sağlayan stent tıkanıklık seviyesine yerleştirilir. Bazı durumlarda damarın açıklığının anjiyoplasti işlemi ile sağlanamayacağı düşünülüyorsa önce anjiyoplasti sonra stent yerleştirme işlemi ya da üzerine yüklenmiş balonu şişirilerek yerleştirilen özel stentler kullanılır” diye belirtti.

    Yeni güncel tedaviler arasında ilaç kaplı balonlar, ilaç kaplı stentler ve ince tıraşlama motorlarının da yer aldığını anlatan Doç. Dr. Fahrettin Küçükay, şunları aktardı;

    “Hastalar işlem sonrasında hemen günlük aktivitelerine dönebilmektedirler. Nereye başvurmalıyız? Kalp dışındaki damarlarda problemler ve bunlara ait şikayetler mevcutsa, ameliyatsız tedavi seçenekleri için ESOGÜ Hastanesi Girişimsel Radyoloji Polikliniği’ne başvurulabilir.”

  • Prof. Dr. Buyru: “Kısırlığa Bitkisel Tedaviler Çare Değil”

    Kısırlık tedavisinde bitkisel yöntemlerin çare olmadığını belirten, Prof. Dr. Faruk Buyru, “Kısırlık tedavisi uzman kişiler tarafından yapılmalıdır. Özellikle yumurtalık kapasitesi düşük olan kadınlarda uygulanan bitkisel yöntemler zararlı olabilir. Bu süre zarfında hasta mevcut gebelik şansını da kaybedip bir daha gebe kalamama riski ile karşı karşıya kalabilir” dedi.

    Prof. Dr. Faruk Buyru, kısırlık tedavisi ile ilgili açıklamalarda bulundu. Başvurulan bitkisel yöntemlerin hayal kırıklarına sebep olduğunu belirten Buyru, gebelik şansını arttıran unsurlardan bahsetti. Buyru, “Tedaviden sonuç almak için şanslıysanız bile en az bir-iki ay beklemeniz gerekir. Üstelik hiç bir sorunun bulunamadığı açıklanamayan infertilite hastaları da çiftlerin yüzde 15-20’sini oluşturmaktadır. Sonuç alınamadığında bazı hastalar tedaviden vazgeçerek başka yollara başvurabilmektedir. Bunlar çeşitli bitkisel ilaçlar, hacamat, muska ve benzeri şeylerdir” dedi.

    “Sigarayı azaltmak, kahve tüketimini sınırlamak, kilo vermek gebelik şansını artırıyor”

    Sigara kullanımın azaltılması, daha az kahve tüketilmesi, egzersiz yapılması, kilo problemi olan hastaların kilo vermesi gibi durumlarda gebelik şansının arttığını ifade eden Buyru, “ Yararı kanıtlanmamış olsa da Q enzim 10, çinko, selenyum, ginseng gibi destek ürünleri erkek ve kadında kullanılabilir. Bunların kullanımının yararı tartışılsa da, zararı yoktur. Bunlar destek amacı ile kullanılabilir, esas tedaviye yardımcı olabilir. Diğer tedavileri bırakıp sadece bu ürünlerden medet ummak doğru değildir.” şeklinde konuştu.

    “Bitkisel Tedavilerden Medet Ummak Hayal Kırıklığına Yol Açıyor”

    Prof. Dr. Buyru, yapılan yanlış uygulamaların tedavide gecikmeye yol açabileceğini ve gebelik şansının kaybolması ile sonuçlanabildiğini vurguladı. Kısırlık tedavisinin uzman kişiler tarafından yapılması gerektiğini söyleyen Buyru, “ Kısırlık tedavisi ancak bu konuda uzman kişiler tarafından yapılmalıdır. Özellikle yumurtalık kapasitesi düşük olan kadınlarda uygulanan bitkisel yöntemler zararlı olabilir. Bu süre zarfında hasta mevcut gebelik şansını da kaybedip bir daha gebe kalamama riski ile karşı karşıya kalabilir. Ayrıca bazı bitkiler adet düzensizliklerine, yumurtlama problemlerine hatta gebelerde düşük riskinin artmasına neden olabilir” şeklinde konuştu.

    Bitkisel ürünlerin dozunu ve kan düzeyini ayarlamanın mümkün olmadığını belirten Prof. Dr. Faruk Buyru, “Hormonlar arasındaki denge çok hassastır. Düşük dozda olumlu etki yapan bir bitki, bir hormonun kan düzeyini kritik eşiğin üzerine çıkartarak olumsuz etki yapabilir. Bunu ayarlamak mümkün değildir. İlaçların dozu hastanın durumuna, kilosuna göre ayarlanabilirken, bitkiler için bu söz konusu değildir” dedi.

    “Soğan Suyu, Kuru İncir, Çörek Otu, Bal, Keçiboynuzu Kısırlığa Çözüm Değil”

    Kısırlık tedavisinde uygulanan bazı bitkisel uygulamaların çözüm olmadığını dile getiren Prof. Dr. Buyru, “Bu amaçla en çok kullanılan bitkiler soğan suyu, kuru incir, çörek otu, bal, keçi boynuzu, civan perçemi, ısırgan otudur. Bu bitkilerin kullanımının kadında ve erkekte kısırlığa çözüm olacağı iddia edilse de hiçbirinin yararı yoktur. Hem zaman kaybına, hem de mevcut hormonlarda dengesizliğe yol açarak zararlı olabilirler. Hatta adaçayı, rezene gibi bitkisel çaylar da aşırı tüketildikleri takdirde düşük riskini arttırabilirler. Ancak birkaç fincan adaçayı içtim diye düşük riskim artar şeklinde panik yapmaya da gerek yoktur. Yine maydanoz tüketiminin düşük riskini arttırdığı şeklinde bir yanlış inanış vardır. Gebelikte maydanoz yemenin bir zararı yoktur, düşük yapması için bir kamyon maydanoz yemek gerekir” ifadelerini kullandı.

    “Ülkemizdeki bazı merkezler çeşitli çalışmalara öncülük yapmaktadır”

    Türkiye’nin kısırlıkla ilgi çalışmalara öncülük yaptığını söyleyen Prof.Dr. Faruk Buyru, “Konuyla ilgili pek çok çalışma yapılmaktadır. Gerek ilaç tedavisi ile gerekse tüp bebek gibi yardımcı üreme tekniklerinde gebelik şansında artışa neden olabilecek her şeyden yararlanılmaktadır. Yapılan binlerce araştırmaya rağmen gebelik şansını arttıracak çok fazla seçenek bulunmamaktadır. Zaten dünyada bu konuda yapılan çalışmalar ülkemizde de yakından izlenmekte, hatta ülkemizdeki bazı merkezler çeşitli çalışmalara öncülük yapmaktadır” dedi.

    “Yapılan En Büyük Yanlış Tedaviden Çabucak Vazgeçmek”

    Yapılan en büyük hatanın tedaviden çabucak vazgeçmek olduğunu ifade eden Prof. Dr. Buyru, “Kısırlık tedavisi sabır ister, tedavide ısrar etmek gerekir. Sizi en iyi bilen tedaviyi yapan doktorunuzdur. Araştırarak doktorunuzu iyi seçin ve ona güvenin. İnternetten okuduğunuz genel bilgilerle kafanızı karıştırmayın. Israrcı olduğunuz takdirde eninde sonunda olumlu sonuç alırsınız. Tabii her türlü tedavi için de uygun yumurtaya ve gebeliğin yerleşeceği iyi bir rahim iç tabakasına sahip olmanız gerekir. Yumurta sayısı ve kalitesi yeterli olmayan, rahim iç tabakası daha önce geçirilmiş hastalıklar, ameliyatlar nedeni ile hasar görmüş kişilerde yapılabilecekler ne yazık ki sınırlıdır” dedi.

  • Doç. Dr. Şendur: “İmmüno-Onkolojik tedaviler kanser tedavisinde ciddi bir ümit olmaya başlamıştır”

    Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Ali Nahit Şendur, İmmüno-Onkolojik olarak adlandırılan yenilikçi bir kanser tedavi yaklaşımının günümüzde kanser ile mücadelede ciddi bir ümit olmaya başladığını söyledi.

    19. Avrupa Kanser Kongresi bu sene 7-11 Ekim 2016 tarihleri Danimarka’nın Kopenhag kentinde gerçekleştirildi. Yaklaşık 25 bin kişinin takip ettiği kongrede pek çok kanser türünde uygulanan yenilikçi yaklaşımlar ve tedavi olanakları onkologlar başta olmak üzere sağlık profesyonellerine sunuldu. Geçtiğimiz yıl Viyana’da gerçekleştirilen 18. kongrede ve son 2 yıldır Amerika Kanser Kongresi’nde de bilim dünyasının büyük ilgisini çeken kanser tedavisinde İmmüno-Onkolojik tedavi yaklaşımında kişinin bağışıklık sistemini hedef alan ilaçlar, bu kongrede de ön plana çıktı. Bunlardan, etkin maddesi nivolumab olan ilacın kongrenin ana oturumunda pek çok farklı kanserin tedavisinde sağkalımı uzattığı ve yaşam kalitesini arttırdığını gösteren çalışmalar sunuldu.

    “İmmüno-Onkoloji kanser ile mücadelede ciddi bir ümit olmaya başlamıştır”

    Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Ali Nahit Şendur, İmmüno-Onkolojik tedaviler ile ilgili yaptığı açıklamada, “Kanser tedavisinde cerrahi müdahale, radyasyon, kemoterapi ve hedefli tedaviler bugüne kadar tedavinin temelini oluşturmuştur. Ancak lokal olarak ilerlemiş veya ileri evre kanserlerde bu yöntemler ile uzun dönemli sağkalım ve pozitif bir yaşam kalitesi sağlanmasına rağmen, hastaların büyük çoğunluğunda yeni tedavilere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu karşılanmayan tıbbi ihtiyaç nedeniyle, temel mekanizması kanserle savaşmak üzere vücudun immün sistemi ile doğrudan çalışmayı hedefleyen ve İmmüno-Onkoloji olarak adlandırılan yenilikçi bir kanser tedavi yaklaşımı günümüzde kanser ile mücadelede ciddi bir ümit olmaya başlamıştır. Yassı hücreli ve yassı hücreli olmayan Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanseri hastalarını kapsayan 2 yıllık iki farklı Faz 3 çalışmasında, nivolumab ile mevcut kemoterapi tedavisine kıyasla sağlık durumu, yaşam kalitesi ve genel sağkalımda olumlu sonuçlar alınmıştır” dedi.

    Nivolumab ile kemoterapiye kıyasla hastalarda daha düşük oranda ve kontrol edilebilir yan etkiler görüldüğüne işaret ettiğini belirten Doç. Dr. Şendur şöyle devam etti:

    “CheckMate-275 çalışması metastatik veya rezekte edilemeyen ürotelyal kanser bulunan ve platin bazlı bir ilaçla tedavi sonrasında progresyon veya rekürrens görülen hastalarda Nivolumab’ın güvenlilik ve etkililiğinin değerlendirildiği bir Faz 2 klinik çalışmadır. Çalışmaya alınan hastalar PD-L1 ekspresyonuna bakılmaksızın çalışmaya dahil edilmiş olup, Doğrulanmış Yanıt Oranı (ORR) tüm hastalar için yüzde 19,6 olarak bulunmuştur.”

    “Baş boyun kanserleri sık görülen 7’nci kanser türü”

    Baş ve boyun kanserleri olarak bilinen kanserlerin genellikle ağız içi, burun ve boğaz gibi baş ve boyun içindeki nemli muköz yüzeyleri döşeyen skuamöz hücrelerden başladığını ifade eden Doç. Dr. Şendur, “Her yıl tahminen 400 bin-600 bin yeni olgunun görüldüğü ve yılda 223 bin-300 bin ölüme neden olan baş ve boyun kanseri, dünya genelindeki en yaygın yedinci kanserdir” dedi.

    4’üncü evre metastatik hastalık için bildirilen beş yıllık sağkalım oranının yüzde 4’ün altında olduğunu ifade eden Doç. Dr. Şendur, risk faktörleri arasında tütün kullanımı ve alkol tüketiminin yer aldığını, ayrıca İnsan Papilloma Virüsü (HPV) enfeksiyonunun da olguların hızla artmasına yol açan bir risk faktörü olduğunu belirtti.

    Yeni çalışmada yaşam kalitesi verileri açıklandı

    Nivolumab’ın değerlendirildiği diğer bir Faz 3 çalışmasında ise hasta tarafından bildirilen yaşam kalitesi verileri açıklandı.

    Üç farklı değerlendirme aracı ile elde edilen sonuç değerlendirmelerinin, nivolumabın hastaların semptomları ile fiziksel, rol ve sosyal fonksiyonlar dahil olmak üzere fonksiyonları bakımından stabilizasyon sağladığını gösterdiğini söyleyen Doç. Dr. Şendur şöyle devam etti:

    “Araştırmacının seçtiği tedaviyi alan hastalarda hasta tarafından bildirilen sonuçların 15. haftada nivolumaba kıyasla başlangıca göre istatistiksel olarak anlamlı ve klinik açıdan önemli şekilde kötüleştiği görülmüştür. Ayrıca, nivolumab ölçülen en fonksiyonel alanlarda kötüleşmeye kadar geçen sürenin iki kattan fazla uzamasını sağlamış ve yorgunluk, dispne ve uykusuzluk semptomlarında kötüleşmeye kadar süreyi araştırmacının seçtiği tedaviye kıyasla anlamlı derecede uzatmıştır. Araştırmacının seçtiği tedaviye kıyasla nivolumab ile klinik açıdan kötüleşme ağrı bakımından yüzde 74, duyusal sorunlar bakımından yüzde 62 ve ağzı açma sorunları bakımından yüzde 51 oranında azalmıştır. 2016 yılındaki yeni gelişmeler ışığında hastalarımıza İmmuno-Onkoloji tedavi seçeneklerini sunabilmek onkoloji gibi hızla değişen dinamiklerin olduğu bir alanda, tıbbi onkologlar olarak bizleri  heyecanlandırmaktadır. Yaşam süresinde uzama ve yan etkilerin az olması kaliteli bir yaşam olanağı sağlamaktadır.”