Etiket: Olabiliyor

  • Migrenin belirtileri ağrıdan daha rahatsız edici olabiliyor

    Acıbadem Eskişehir Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Ümit Gedikoğlu Kurtar, migrenin 5 süreci olduğunu ifade ederek belirtilerinin ağrılardan daha rahatsız edici olabildiğini bildirdi.

    Artık nörolojik bir hastalık olarak kabul edilen migrenin, beyinde bulunan serotonin gibi bazı kimyasal maddelerinazalması ya da etki göstermemesi sonucu ortaya çıktığı düşünülüyor. Kişi karanlık, sesten uzak bir odada uyuma ihtiyacı duyuyor ve ağrının yoğun olduğu anlarda günlük aktivitelerini dahi yerine getiremeyecek duruma gelebiliyor. Migrenin toplumdaki insanların önemli bir bölümünde görülen ciddi bir baş ağrı çeşidi olduğunu söyleyen Acıbadem Eskişehir Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Ümit Gedikoğlu Kurtar, migrenin 5 süreci olduğunu belirterek “Migren sadece anlık meydana gelen bir ağrıdan ibaret değil. Uyarıcı belirtilerinden iyileşme sürecine kadar uzun ve zorlu bir ağrı dönemini kapsıyor. Ancak koruyucu tedaviler ve ağrı anındaki medikal müdahalelerle önüne geçilebiliyor” ifadelerini kullandı.

    “Kadınlarda görülme sıklığı erkeklerdekinin 3 katı”

    Migrenin genelde ataklar halinde ortaya çıktığını ve kafanın tek tarafına yerleştiğini aktaran Uzman Dr. Ümit Gedikoğlu Kurtar, atakların 4 saat ile 72 saat arasında değişebildiğini vurguladı. Kurtar, “Bu ataklar sırasında baş ağrısının yanı sıra bulantı, kusma, normal ışık ve sesten rahatsız olma gibi şikayetler de görülebiliyor. Günlük hayatı önemli ölçüde olumsuz etkileyen bir hastalık olan migrenin tedavisi ise mümkün. Koruyucu tedavi yöntemi olarak beta blokerler, CA kanal blokerleri ve antidepresanlar gibi ilaçlar faydalı. Atak anında ise hastaya analjezikler, antiemetikler, triptanlar gibi ilaçlar verilebiliyor. Ayrıca uygun hastalara botoks tedavisi de uygulanabiliyor. Nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte migrenin, beyin kan damarları ve beynin sinir iletimindeki kimyasal madde değişiklikleri sonucu ortaya çıktığı düşünülüyor. Kadınlarda görülme sıklığı erkeklerdekinin 3 katı. Bu farklılığın sebebi kadındaki hormonal değişiklikler. Hastaların çoğunda atak 40 yaşından önce ortaya çıkıyor. Bu da genelde ergenlik çağına denk geliyor. 50 yaşının üstünde birinde migren başlama ihtimali oldukça zayıf. Kadınlarda çoğunlukla orta yaşlarda ortaya çıkıyor. Genetik faktörler konusunda çalışmalar sürmekle birlikte, anne ya da babası migren hastası olan birinin migren hastası olma ihtimalinin yüzde 40 oranında olduğu biliniyor. Hem annesi hem babası migren hastası olan birisi ise yüzde 75 oranında migren hastası olma riski taşıyor” dedi.

    “Belirtileri ağrıdan daha rahatsız edici olabiliyor”

    Migrenin 5 evreden oluştuğunu ve iyileşme döneminde de birçok farklı belirti ile kendini hatırlatan bir hastalık olduğunu söyleyen Acıbadem Eskişehir Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Ümit Gedikoğlu Kurtar şunları dile getirdi:

    “Hastalığın bazı belirtileri meydana gelen baş ağrısından daha rahatsız edici olabiliyor. Yorgunluk, ışıktan ve sesten rahatsız olma, kaslarda ağrı, mide bulantısı, kabızlık, ishal, susuzluk, idrara sık çıkma, huzursuzluk, üzüntü gibi nedensiz duygu hallerinin hastalığın uyarıcı belirtileri arasında bulunuyor. Migren ağrısından ortalama 20 dakika kadar önce görülen Aura döneminde, tek taraflı görme kaybı, kör nokta, ışınsal tarzda renkli titrek çizgiler, ışık çakması, kolda bacakta karıncalanma, uyuşma hissi meydana gelebiliyor. Aura dönemi, migren habercisi olarak kabul ediliyor. 72 saate kadar sürebilen baş ağrısı dönemi, başın tek tarafında zonklayıcı bir ağrı şeklinde kendini gösteriyor. Bazen başın iki tarafı da olabilen bu ağrı hareket edildiğinde artıyor. Bununla birlikte bulantı, kusma, ışık ve gürültüden rahatsız olma gibi şikayetler de meydana gelebiliyor. Migren ağrısı yaşayan kişi bu ağrıyı; kafada zonklama, beynin patlayacak gibi olması, kafasının yerinden fırlayacağı düşüncesi ile nitelendirebiliyor. Ağrının geçmesi için uyumayı denemek sıklıkla fayda sağlıyor. Ama ağrının geçmesi için yapılması gerekenler kişiden kişiye değişiklik gösterebileceğini de unutmamak gerekiyor. Çocuklarda kusma çok faydalı olabiliyor. Kimisi için de mutlaka ilaç tedavisi gerekiyor. Bazı hastalarda ise bu tip müdahaleler faydalı olmadığı için sadece ağrı nöbetinin geçmesini beklemek gerekiyor. Atak geçtikten sonra, kişinin fizyolojik durumu kişiden kişiye farklılık gösterebiliyor. Kimi hastalar ağrı nöbeti sonrasında 1 gün boyunca kendini çok yorgun hissederken bazıları da aksine çok enerjik hissedebiliyor.”

    “Migren atağı her gün görülmez”

    Migren ataklarının kişiden kişiye göre değişiklik gösteren bir durum olduğuna dikkat çeken Nöroloji Uzmanı Dr. Ümit Gedikoğlu Kurtar, aynı kişide atak aralığının da zamansal olarak değişiklik gösterebileceğini belirtti. Hastalığın nedenlerinden de bahseden Gedikoğlu Kurtar, “Ayda 1-2 kez ya da haftada bir atak gelebiliyor ya da bir ataktan sonra uzun bir süre atak gelmeyebiliyor. Ama kesin olan, migren atağının her gün meydana gelmeyeceği. Migren atağının gelmesi için tek bir tetikleyici bulunmuyor. Üst üste gelen faktörler atağın başlamasına sebep oluyor. Yapılan araştırmalar migren atağına neden olan en sık görülen durumların; stres, hormonlarda değişiklik, halsizlik, yorgunluk ve öğün atlama olduğunu gösteriyor. Çocuklarda aç kalma, az yemek yeme, kadınlarda adet dönemiyle ilgili hormonal değişiklikler migrene neden olabiliyor” ifadelerini kullandı.

  • Aldatılma ya da terk edilme karşısında insanın ilk tepkisi intikam almak olabiliyor

    İlişkilerde aldatılma ve terk edilme karşısında duyulan intikam isteğine ilişkin tespitlerde bulunan Uzman Psikolog Özge Genlik, aldatılma ve terk edilme kavramlarının anne ile olan ilişkiyle bağlantısına işaret ederek, partnerler arası bağlanma şekilleriyle ilgili bilgi verdi.

    “Aldatılma ya da terk edilme karşısında insanın ilk tepkisi intikam almak olabiliyor. Üzülmek ve öfke duymak son derece insani bir duygu ancak inceden inceye hesaplar yapmak ya da kendimize acı çektirmek doğru bir davranış mıdır?” sorusuna ilişkin çıkarımlarda bulunan Uzman Psikolog Özge Genlik, aldatılmanın deneyimlenmek istenen bir şey olduğunu belirterek şunları söyledi: “Aldatılma ya da terk edilme bir kişinin yaşamında deneyimlemek istediği eylemlerdir. Şöyle ki; aldatılan ya da terk edilen kadın veya erkek bunu kendisi isteyerek yaşamına çekmiştir buradaki çekirdek mekanizma bilinç dışı mekanizmada saklıdır, temeli anne-bebek bağlanmasında atılmaktadır. Aldatılma veya terk edilme kavramlarına yönelik kaygı/korku duyguları beraberinde sürekli ‘ya aldatılırsam, ne yaparım? Ya beni terk ederse vb. düşüncelerle desteklenen düşünce-duygu bileşimleri, annemiz veya bize birincil derece bakım veren kişi ile oluşturduğumuz bağlanma stili,aldatılma ya da terk edilme karşısında vereceğimiz davranışsal ve duygusal reaksiyonun en temel belirleyicileridir”.

    Aldatan ve terk eden kişinin kendisini aldattığını ifade eden Genlik, “Aldatan ya da terk eden kişi ise; kendi kendisini terk eder veya aldatır. Aldatılan ya da terk edilen bir başkası değildir. Kişi kendisini aldatır veya terk eder. Burada bilinçdışının hedefi kişinin anne-bebek bağlanmasını farkındalık zeminine taşıyarak şifalandırmasını sağlamaktır. Bir çifti biraraya getiren bağlanma mekanizmasının temeli, dünyaya merhaba dediği ilk anlarda annesi ile kurduğu bağda atılmaktadır. Annesiyle güvenli bir bağlama ilişkisi geliştirmiş bireylerin yakın ilişki partnerleri ile de güvenli bağlanma ilişkisi geliştirdikleri ve ilişkilerindeki olumsuz nitelikteki çatışmalara yüksek bir farkındalık ile yaklaşarak ilişkilerini iyileştirmeye odaklanıp en az oranda aldatma eğilimine ya da terk etme eğilimine yönelen kişiler olduğu araştırmalar tarafından desteklenmektedir” diye konuştu.

    Uzman Psikolog Özge Genlik bağlanma stilleriyle ilgili şunları aktardı: “Güvenli bağlanma stiline sahip kişiler, aldatılma ya da terk edilme durumlarına yönelik merceği kendi iç dünyalarına çevirerek; ilişki dinamiğinde kendi duygu ve düşüncelerini analiz etmeye yönelirler.”

    “Güvensiz bağlanma stiline sahip bireyler ise partnerlerini en fazla aldatma veya terk etme eğilimi gösteren gruptur. Partnerlerin ilişki süreçlerinde yaşanan en ufak olumsuzluğa yönelik çareyi bir başka kişide aradıkları gözlemlenmektedir. Güvensiz bağlanma stiline sahip bir kişi aldatıldığında veya terk edildiğinde “intikam almak” isteyecektir. Çünkü aldatılma veya terk edilme kendi benlik değerine yönelik bir tehdit unsurudur.”

    “Kaygılı bağlanma stiline sahip bireyler; kendilerinden çok partnerlerine güven duyan bireylerdir. Genelikle uzun süreli ilişki deneyimlemekten kaçınırlar çünkü partnerleri tarafından aldatılma korkuları vardır. Bu nedenle kısa süreli ilişkileri deneyimlemeye daha yatkın olan kaygılı bağlanma stiline sahip bireyler aldatılma veya terk edilme söz konusu olduğunda kendilerini “suçlu” hisseder ve kendilerine acı çektirecek düzeyde “üzüntü” duygusunu deneyimlerler.”

    “Kaçıngan bağlanma stiline sahip bireyler ise; partnerlerinden ziyade kendilerine daha fazla güven duymaktadırlar. Partnerlerine sürekli olArak yönelttikleri sürekli “güvensizlik” duygusu ilişki zeminini de zamanla yıpratır. Partnerin sürekli telefonlarının karıştırılması, sürekli yapılan sorgulamalar vb. karşı tarafı tükenmişlik noktasına getirerek ilişikiyi besleyecek duygusal ve fiziksel yakınlık ihtiyaçlarını bir başkası ile giderme ihtiyacını doğurmaktadır. Araştırmalara göre; kaçıngan bağlanma stiline sahip bireyler en fazla tek gecelik ilişkiler tercih eden bireylerdir. Kaçıngan bağlanma stiline sahip birey aldatıldığında veya terk edildinde yoğun tepkiler göstermez çünkü ilişki fiziksel, duygusal, düşünsel ve sosyal yönden daima ,derinlikten çok uzak, yüzeyseldir.”

    Partnerin kişinin kendisini yansıtan ayna görevi gördüğünü söylen Genlik, “Aldatılma veya terk edilme durumlarına yönelik reaksiyonlarımız, bir zamanlar annemiz ile kurduğumuz bağlanma stiline göre şekillenmektedir. Seçtiğimiz partnerimiz bizi bize yansıtan bir ayna görevi görür. Kendimizi en iyi bir başkası ile kurduğumuz ilişki dinamiğinde tanıyabiliriz. Bu nedenle partnerimizde bizi rahatsız eden her türlü; duygu-düşünce-davranış durumunu, kendimizi şifalandırmak, kendimizi daha iyi tanımak olarak yeniden zihnimizde çerçeveleyebilirsek; alacağımız profesyonel bir psikolojik danışmanlık ile birlikte annemizle kurduğumuz ilk bağ zeminini “güvenli” olarak dönüştürme şansımız daima vardır” dedi.

  • Göz tansiyonu körlüğe neden olabiliyor

    Op. Dr. M. Serdar Dervişoğulları, ilerleyen göz tansiyonu hastalığının körlüğe neden olabildiğini söyledi.

    Medicana Konya Hastanesi Göz Hastalıkları Op. Dr. M. Serdar Dervişoğulları, göz tansiyonu hastalığının, sıklıkla 40 yaş üstünde görüldüğünü söyleyerek, “Sinsi bir ilerlemeyle görme yeteneği için gerekli olan göz sinirlerine zarar veren bir hastalıktır. Göz içinde salgılanan gözün beslenmesi için gerekli olan göz içi sıvısıyla ilgili dengelerin değişmesi ile ilgili bir rahatsızlıktır. Göz içinde basınç yükseliyor göz sinir hücrelerine zarar veriyor ve uzun dönemde bununla görmede azalmaya neden oluyor. Daha çok ailede glokom öyküsü olduğu zaman ya da kırk yaş üstü kişilerde şeker hastalığı gibi hastalığı olanlarda hipotiroidi gibi ya da daha önce geçirilmiş göz ameliyatı olanlarda daha sık görünen bir hastalıktır. Bunlarda daha çok ve sık takip edilmesi gerekiyor. Glokom aslında son döneme kadar çok belirti vermiyor” dedi.

    Tanısının konulması için rutin göz muayenesinin çok önemli olduğunu vurgulayan Dervişoğulları, “Göz polikliniklerinde yaptıracağınız göz tansiyon ölçümü ve ihtiyaç olursa sonrasında diğer cihazlarla incelemeler yeterli oluyor bunun tanısını koymak için. Genelde son döneme kadar görmede belirti olmaz ama çok tipik olmayan baş ağrıları zaman zaman bulanık görme şikayetleriniz oluyorsa bu göz tansiyonuyla ilgili olabilir. En son dönemlerde artık görme alanınızı daralttığı için görme şikayetleri başlar. Yürürken masaya çarpma araç kullanırken yandan gelen araçları görememe gibi şikayetler olabiliyor” diye konuştu.

    Göz tansiyonunun ilaç tedavisiyle yüzde 80 ya da 90 başarılı olunduğunu anlatan Serdar Dervişoğulları, “Kullanılan ilaçlarda damla şeklinde damla formunda büyük bir kısmı. Çok nadiren bunlarla yoluna su koyulamazsa o zaman lazer veya cerrahi tedavi gerekebiliyor. O tekniklerde o yöntemlerde var tabi. Dünya sağlık örgütü sınıflamasında glokom önlenebilir körlük nedenler arasında ikinci sırada. 2000’li yıllarda yaptığı bir sınıflama bu. Önlenebilir körlük yapan bir hastalık. Tedavisi var. İlaçlarla kontrol altına alınabiliyor. En büyük sakıncası sıkıntısı sonucunda körlük yapması. Gerekli tedavi uygulandığında bu körlüğün önüne geçilebiliyor. Kalıcı körlük ilerlediği zaman ileri dönemlerde saptanırsa bunu tedavi etmek mümkün olmuyor. Kaybedilen kısım yerine konulmuyor” şeklinde konuştu.

  • Göz Kapağı Düşüklüğü Görme Kaybına Neden Olabiliyor

    Göz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Barış Yeniad, göz kapağı düşüklüğünün görme kaybına neden olabildiğini söyledi.

    Göz kapağı düşüklüğünün doğuştan veya ileri yaşlarda görülebildiğini anlatan Göz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Barış Yeniad, “En sık göz kapağı düşüklüğü nedenleri, yaşa bağlı göz kapağını kaldıran kaslarda güçsüzlük, göz bölgesine gelen travmalar, geçirilmiş göz ameliyatları, miyokondrial miyopati gibi kas hastalıkları ve doğuştan göz kapağı kaslarının yeterli gelişmemesidir” dedi.

    DOĞUŞTAN GÖZ KAPAĞI DÜŞÜKLÜKLERİ NEDEN OLUR?

    Doğuştan göz kapağı düşüklüğünün, göz kapaklarını yukarı kaldıran ’levator palpebralis’ olarak adlandırılan kasın yeteri kadar gelişmediği durumlarda ortaya çıktığını anlatan Göz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Barış Yeniad, “Her 10 bin doğumda bir bebekte bu durum ortaya çıkabilmektedir. Doğuştan göz kapağı düşüklükleri sadece estetik bir durum değildir. Eğer göz kapağı göz bebeğini kapatacak kadar düşükse o gözde tembellik riski olduğundan ileride görme kayıplarına yol açabilir. Bu nedenle düşüklüğün acilen düzeltilmesi gerekmektedir. Tedavi mutlaka cerrahidir ve başka bir tedavi seçeneği bulunmamaktadır. Uygulanacak cerrahi tedavi ise göz kapağını yukarı kaldıran kasın kuvvetine göre seçilir” diye konuştu.

    ERİŞKİNLERDE GÖZ KAPAĞI DÜŞÜKLÜĞÜ NEDEN OLUR?

    Erişkinlerde göz kapağı düşüklüğünün en sık, yıllar içinde göz kapağını kaldıran kasın zayıflamasına bağlı olarak geliştiğini ifade eden Göz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Barış Yeniad, “Bu durum özellikle ileri yaşta katarakt ameliyatı geçirmiş hastalarda daha sık görülmektedir. Bunun dışında travmalar, sinir felçleri veya göz kapağı yapısını bozan kitlelere bağlı olarak meydan gelebilir. Erişkinlerde göz kapağı düşüklüğü sıklıkla kozmetik istenmeyen sonuçlara neden olur ve düzeltilmez ise zamanla artabilir” diye konuştu.

    GÖZ KAPAĞI DÜŞÜKLÜĞÜ NASIL TEDAVİ EDİLİR?

    Göz kapağı düşüklüğünün tedavisinin cerrahi olduğunu kaydeden Göz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Barış Yeniad, “Yapılacak cerrahi tedavi seçiminde muayenede uygulanacak tanı yöntemleri son derece önemlidir. Kapak düşüklüğünde yanlış tedavi uygulandığında yüz güldürücü sonuçlar alınamaz bu nedenle cerrahi tedavide tecrübe son derece önemlidir. Tanı yöntemleri arasında en önemlisi göz kapağını kaldıran kasın ne kadar çalıştığıdır. Eğer bu kas iyi çalışıyorsa ameliyat sonrası sonuçlar çok daha iyi olmaktadır. Temel olarak göz kapağı düşüklüğünde iki yöntem mevcuttur. Birinci yöntem göz kapağını kaldıran kas yeteri kadar çalışıyorsa bu kasın kuvvetlendirilerek daha iyi çalışır hale getirildiği levator cerrahisidir. Levator cerrahisi yaklaşık 15-20 dakika süren lokal anestezi altında uygulanan bir yöntemdir. Kapak yüksekliği ameliyat sırasında ayarlanır ve hasta ile kooperasyon son derece önemlidir. Eğer göz kapağını kaldıran kas çalışmıyorsa göz kapağı frontal askı dediğimiz yöntem ile alnımızdaki frontal kasa asılır. Askı yönteminde bacaktan alınan otojen fascia lata veya silikon gibi materyaller kullanılabilir. Frontal askı cerrahisi lokal veya genel anestezi altında yapılabilir. Çocuklarda ise her iki yöntem de genel anestezi altında yapılmalıdır. Hastaların bilmesi gereken en önemli husus kapak düşüklüğünde uygulanan cerrahi sonrasında tekrar ayarlama yapmak gerekebilir. Her iki kapak arasında 1 milimetreden az fark olması başarı kriteri olarak kabul edilir. Ameliyat sonrasında dikişler ise 1.haftada alınmaktadır” dedi.

    Göz kapağı düşüklüğünde en önemli şeylerden birinin göz kapağı yüksekliğinin ayarlanması olduğunu söyleyen Doç. Dr. Yeniad, “Kapak yüksekliği az veya çok ayarlanırsa istenen sonuç alınamaz. Yetersiz veya fazla düzeltmelerde tekrar ayarlama yapılmalıdır. Özellikle frontal askı cerrahisinde fazla düzeltmelerde göz kapağı yeterli esneklikte olmaz ve kapanmada problemler yaşanabilir. İyi kapanmayan göz kapakları nedeni ile saydam tabakamız korneada çok ciddi sonuçlar ortaya çıkabilir” şeklinde konuştu.

  • Kalp Çarpıntıları Ciddi Vakaların Habercisi Olabiliyor

    Medicana Çamlıca Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Mustafa Yolcu, çarpıntı hissinin bazen ciddi ve ölümle sonuçlanabilecek vakaların habercisi olabileceğini söyledi.

    Yolcu, kalp ritminin düzensiz olarak hissedildiği çarpıntılarda kalbin karıncığından ya da kulakçığından çıkan erken atımları hastanın hissetmesi şeklinde olduğunu belirterek, “Bu durumda bu tekleme ya da erken atım olarak tanımladığımız kalp atımlarının sayısı önemlidir. Bu durumda hastalara 24 yada 48 saatlik holter EKG ile ritmi takip edebildiğimiz ve bu sürede ne kadar erken atımın geldiğini gösterir tetkik ile bu vuruların sıklığını tespit edip belli oranların üzerinde ise bu erken atımların tedavisini yapabilmekteyiz. Bir diğer en sık gördüğümüz ve klinik olarak öneli çarpıntıda kalbin çok hızlı atmasıdır. Normalde nabız sayısı dakikada 60-100 arasındadır. 100’ün üzerine çıktığında taşikardi durumu tarifliyoruz. Ancak 100-120 seviyeleri çoğunlukla önemsiz değerlerlerdir ve bu değerler çoğunlukla kansızlık, guatr ve anksiyete-heyecan kaynaklıdır. Gerçek çarpıntı dediğimizde nabzın çoğunlukla dakikada 150-160’ın üzerinde olmasını görüyoruz. Gerçek çarpıntı durumu kalbin kulakçığı ve karıncığı arasında olmaması yerde elektriksel bağlantı ya da kısa devre olarak tanımladığımız bağlantının olmasıdır. Bu kısa devre zaman zaman fonksiyon görüp hastada çarpıntı oluşturmakta. Önemli nokta bu devrenin ne zaman fonksiyon göreceğinin ve çarpıntı oluşturacağının herhangi bir belirtisi olmamasıdır. Ancak yoğun stress ve sigara gibi etkiler bu devrenin fonksiyonunu ortaya çıkarıp çarpıntının başlamasını tetikleyebilmektedir” dedi.

    Bu tür çarpıntıların tedavisinde 2 tedavi seçeneği olduğunu belirten Yolcu, “İlaç tedavisi o kısa devre dediğimiz olmaması gereken devreyi baskılayarak tedaviyi sağlıyor. Ancak ilaç tedavisi böyle bir hastaya başlandığında o kısa devreyi ortadan kaldırmadığı yalnızca baskıladığı için uzun süreli ilacı düzenli kullanmak gerekli. Aynı zamanda ilaç tedavisi altında da çarpıntı ataklarının devam etmesi sıklıkla karşılaşılan önemli bir problemdir. Bir diğer tedavi seçeneği de o olmaması gereken kısa devrenin ortadan kaldırılmasıdır. Bu işlem ablasyon olarak tanımladığımız tedavi seçeneğidir. Ablasyon işleminde kasık toplar damarında girerek özel kataterler ile çarpıntının kaynaklandığı kısa devre tespit ediliyor ve o bölgeyi özel kateterler ile yakarak ortadan kaldırılıyor. Böylece kısa devre tamamen ortadan kalktığı için hastanın çarpıntısı tamamen tedavi edilmiş oluyor ve hastaya herhangi bir kalp ilacı vermeden tedavisi yapılmış oluyor” dedi.

    Yolcu, “Kalpteki yüksek ritme bağlı kalbin pompa görevini yapamaması durumunda hastaya elektroşok vererek hayatını kurtarmak amacıyla kullanılan kalp pilleri takıldıktan hemen sonra yaşanılan tüm şikayetleri ortadan kaldırıyor. Kalp pilleri; ritim bozukluklarında kullandığımız hasta sol yada sağ köprücük kemiği altına yerleştirdiğimiz cihazlardır. Pil yada şok cihazı takılma işlemi lokal anestezi altında hastayı uyutmadan yapılan bir işlemdir. Hastanın yalnızca sol yada sağ köprüçük kemiğinin alt kısmını uyuşturup burdan toplar damara giriş yapıp pil kabloları kalbin içine yerleştirilir ve sonrasında pili kablolar ile bağlanıp bu kısımdan cilt altına yerleştirilir. Pil değişim işlemi daha basittir. Pil bittiğinde yalnızca pil kısmını bağlantı yerinden ayırıp yeni pili mevcut olan kablolara bağlanır” dedi.