Etiket: Doç.

  • Doç. Dr. Kılıçkap: “Son 5 Yılda Akciğer Kanserine Yönelik Daha Etkili Tedaviler Geliştirildi”

    Tıbbi Onkoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ve Hacettepe Üniversitesi Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Saadettin Kılıçkap, son 5 yılda akciğer kanserine yönelik daha etkili tedavilerin geliştirildiğini söyledi.

    Akciğer kanseri, 20. yüzyılın başlarında nadir görülen bir hastalık iken, sigara içme alışkanlığındaki artışa paralel olarak sıklığı giderek arttı ve dünyada en sık görülen kanser türü haline geldi. Türkiye’de ve dünyada en fazla ölüme neden olan kanser türünün akciğer kanseri olduğunu belirten Hacettepe Üniversitesi Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Saadettin Kılıçkap, son beş yılda kaydedilen gelişmelerin umut verici olduğunu vurguladı. Kişiye özel tedavilerle çok daha az yan etkiyle çok daha etkili sonuçlar alınabildiğinin altını çizen Doç. Dr. Saadettin Kılıçkap, sigara tüketiminin akciğer kanserinin en büyük nedenlerinden biri olduğunu söyledi.

    Tıbbi Onkoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ve Hacettepe Üniversitesi Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Saadettin Kılıçkap, ülkemizde kanser sıklığı ve kansere bağlı ölümlerin dünyadaki artışa paralel ve benzer oranlarda olduğunu belirterek, bunun olası sebeplerini şöyle özetledi: “Dünya Sağlık Örgütü’ne göre kanserde görülen bu artışın üç temel sebebi, yaşlı nüfusta meydana gelen artış, tütün kullanımı ve obezitedir. Ülkemizde bunların yanı sıra, kanser kayıtlarının daha iyi yapılmaya başlamasıyla, daha önce bilinmeyen vakaların kayda alınması da kanser istatistiklerindeki artışın bir diğer sebebidir.”

    TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA EN FAZLA ÖLÜME NEDEN OLAN KANSER TÜRÜ AKCİĞER KANSERİ

    Akciğer kanserinin hem Türkiye’de, hem dünyada erkekler arasında en sık görülen kanser olduğunu belirten Doç. Dr. Saadettin Kılıçkap, akciğer kanserine dair şu istatistiki verileri sundu:

    “Akciğer kanseri erkeklerde en sık görülen kanser türleri arasında genelde birinci sırada ancak, gelişmiş ülkelerde prostat kanserinden sonra en sık görülen ikinci kanser. 2015 verilerine göre erkeklerde en sık görülen kanser türü ve tüm kanser vakaları arasında yüzde 14’lük bir kısmı akciğer kanseri oluşturuyor. Ölüme sebebiyet verme açısından bakıldığında ise, ölümle sonuçlanan kanser vakaları arasında birinci sırada akciğer kanseri geliyor. Ülkemizde ise Sağlık Bakanlığı 2012 verilerine göre akciğer kanserinin Türkiye’deki görülme oranı yaklaşık 100 bin kişide 60 ile en sık görülen kanser özelliğini taşıyor.”

    “SON BEŞ YILDA AKCİĞER KANSERİ TEDAVİSİNDE ÇIĞIR AÇAN GELİŞMELER YAŞANDI”

    Doç. Dr. Saadettin Kılıçkap, son beş yılda akciğer kanserinin tedavisinde büyük gelişmeler kaydedildiğini belirterek, şunları söyledi:

    “Akciğer kanseri tedavisinde, özellikle küçük hücreli dışı akciğer kanseri tedavisinde, son beş yıl içerisinde çok ciddi ilerlemeler kaydedildi. Bundan beş yıl öncesine kadar akciğer kanserlerini küçük hücreli ve küçük hücreli olmayan olarak kabaca iki, küçük hücreli olmayan akciğer kanserlerini de skuamöz ve non-skuamöz olarak ikiye ayırıyorduk. Daha sonra non-skuamöz kanser türleri içerisinde yer alan adenokanser alt tipinin de çok farklı hastalık gruplarından oluştuğunu öğrendik. Yani aynı ismi taşıyan hastalıkların oluş biçimleri, klinik seyirleri ve tedaviler açısından farklı özellikler gösterdiğini öğrendik. Bazı moleküler belirteçlerin klinisyene açtığı yol sayesinde farklı tedavi ajanları keşfedilmeye başladı. Yani artık her hastaya aynı tedaviyi değil, bazı seçilmiş hasta gruplarına özel tedaviler, özellikle akıllı ilaç olarak bilinen hedefe yönelik tedaviler uygulamaya başladık. Ayrıca son bir yıl içerisinde özellikle monoklonal antikor olarak üretilen bazı ilaçların hastaya verilmesinden sonra, kişinin kanserle savaşma özelliğine sahip kendi hücrelerini harekete geçerek kanserle mücadele etmeye başladığını gördük. Harekete geçen bu hücrelerin kanser hücreleri ile doğrudan savaşarak onları yok edip, çok daha az yan etkiyle, çok daha iyi sonuçlar verebildiğini gördük. Şu anda bu ilaçlar da yavaş yavaş hastaların hizmetine sunulmaya başladı. Bunların yanı sıra PD1 ve PDL1 antikorlarının, özellikle akciğer kanserinin her iki tipinde, skuamöz hücreli adenokanser tiplerinde son bir yıl içerisinde çok etkin oldukları kanıtlandı. Bunların yan etkileri kemoterapiden farklı olarak oldukça düşük ve yönetilebilir yan etkiler. Bu da hastaya ve hekime tedavi konusunda çok sayıda avantaj sağlayabiliyor. Yakın dönemde de bu ilaçların tüm dünyada kullanıma girmesini bekliyoruz. Bu ilaçlar artık tedavi kılavuzlarında yer almaya başladı ve bazı hastalar için FDA tarafından onaylandı, ancak şu anda çok pahalı ilaçlar. Yakında ülkemizde de kullanılabilecek duruma gelmesini bekliyoruz.”

    KANSER TEDAVİSİNDE UMUT VEREN YÖNTEM: KİŞİYE ÖZEL TEDAVİ

    Özellikle akciğer adenokanser alt tiplerindeki mutasyon türlerinin incelenerek, hastadaki mevcut mutasyona özel tedavilerin uygulanmasının umut vadeden bir açılım olduğunu vurgulayan Doç. Dr. Saadettin Kılıçkap, şöyle konuştu: “Hastada bulunan moleküler belirteçlerin sonucuna göre hastaya uygun tedavi verebiliyoruz. Örneğin EGFR mutasyonu özellikle sigara içmeyen kadın ve Asya kökenli ırklarda hastaların yüzde 30-40’ında görülebiliyor. Ancak bu mutasyona sigara içenlerde de rastlanabiliyor. Bu mutasyona özel ilaçlarla tedavi uyguladığımızda daha az yan etkiyle daha iyi sonuçlar alabiliyoruz. Yine son 5 yıl içerisinde tüm adenokanserlerin yaklaşık yüzde 4’ünde ALK-EML4 gibi moleküler belirteçlerin de bulunabildiği ortaya çıktı. Bunlar daha çok sigara içmemiş, genç erkek hastalarda görüldüğünü biliyoruz. Tüm adenokanserlerin yüzde 4’ünde görülen ALK pozitifliği görülme sıklığı, sigara içmemiş, genç erkek hastalarda yüzde 30’lara kadar çıkabiliyor. Bu hastalara özel geliştirilen bir ilaçla, kemoterapiden iki kat daha etkili ve çok daha düşük yan etkili tedavi sağlanabiliyor. Bu ilaçların temel sorunlarından bir tanesi, bir süre sonra bu ilaçlara karşı direnç gelişiyor olması. Bu ciddi bir sorun yaratıyor. Ancak ALK pozitif hastalarda bu dirence rağmen beklentilerimizin üzerinde, ikinci basamak tedavi seçenekleri ile dahi yüzde 70’lere varan yanıt elde edilebiliyor.”

    “ÖZELLİKLE ADENOKANSERLİ HASTALARDA MUTASYON TÜRÜ MUTLAKA TESPİT EDİLMELİ”

    Mutasyonların varlığının tedavi yaklaşımını doğrudan değiştirebildiğine dikkat çeken Doç. Dr. Saadettin Kılıçkap, “EGFR veya ALK mutasyonu tespit edilen hastalarda hekimin hedefe yönelik tedavi uygulama şansı ortaya çıkıyor. Bu durum hekim için daha iyi bir tedavi kullanma şansı yaratırken, hastalar için daha az yan etki ile daha uzun etki gibi birçok fayda sağlanabiliyor. O nedenle mutasyonların saptanması çok önemli. Türkiye’de birçok merkezde bu belirteçlere bakılmadığı için hastalar ulaşım zorluğu nedeniyle farklı merkezlere gönderiliyor ve ancak belirli bir süre sonra mutasyon rapor edilebiliyor. Bu durum hasta ve hekimi zor durumda bırakabileceği için bazen tercih edilmiyor. Ancak sonuçları dikkate alındığında, hekimlerin hastayı bu tür belirteçlerin en kısa sürede tespit edilmesi için gerekeni yapmaya ikna etmesi gerekli. Özelikle sigara içmeyen adenokanserli hastalarda, daha doğrusu klinik olarak pozitif geleceğini düşündükleri adenokanserli hastalarda mutlaka mutasyonların belirlenmesi için hastaların uygun merkezlere yönlendirilmesi oldukça önemli. Mutasyon saptama olasılığının hiç sigara içmeyenlerde ya da yakın zamanda bırakanlarda yüksek, aktif sigara içenlerde ise daha düşük olduğunu görüyoruz. Hedef tedaviler için uygun hastaların bu konuda yönlendirilmesi için hekimlere büyük görev düşüyor. Hekimlerin bu konuda hastaları yönlendirmesi gerekiyor” dedi.

    TÜM AKCİĞER KANSERLERİNİN YAKLAŞIK YÜZDE 90’I SİGARA KAYNAKLI

    Özellikle skuamöz ve küçük hücreli akciğer kanserlerinin neredeyse yüzde 100’e yakın bir kısmının sigarayla ilişkili olduğunu belirten Doç. Dr. Saadettin Kılıçkap, akciğer kanseri ile sigara arasında büyük bir bağlantı olduğunu ifade ederek, “Akciğer kanserlerinin nedenleri arasında tütün kullanımı dışında, pasif içicilik yani bir başkasının içtiği sigaradan etkilenme, hava kirliliği, radon gazı, ağır metal ve bazı kimyasallara maruziyeti sayabiliriz. Ancak en önemli etken tütün kullanımı. Bu nedenle mutlaka tütün kullanımının sınırlandırılması lazım. Son dönemde ülkemizdeki tütün kullanımı ile ilgili düzenlemelerin etkilerini yavaş yavaş görmeye başlayacağımız bir döneme giriyoruz. Bu yasaklar bizde 10 yıldır uygulanıyor ve bir kanserin azaldığını söylemek için en az 10-15 yılın geçmiş olması gerekiyor, ancak Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı’nın son raporunda tütün kullanımında bir azalma ile birlikte tütün nedenli kanserlerde de bir azalma olabildiğine dair ışık alıyoruz. Literatürdeki veriler bu konuda oldukça yol gösterici aslında. Sigara içimiyle doğrudan ilişkili tümörler, eğer sigara bırakılırsa rahatlıkla engellenebilir. Ayrıca, eğer ki hasta kanser tanısı aldıktan sonra sigara içmeye devam ediyorsa, bu hastaların tedavi sonuçları daha kötü. O nedenle kanser tanısı almış hastalarda en önemli basamaklardan birisi de sigara içiminin durdurulması. Amerika örneğinde 1985 civarı 100 binde 100 olan kanser oranı, 25-30 sene içinde, 2015 kanser verilerine göre 100 binde 70’e düşmüş. Şu anda Türkiye’de bu oran 100 binde 60. Tütün ürünlerine dair düzenlemenin bu oranı daha da azaltmasını bekliyoruz” diye konuştu.

  • Obezite Uzmanı Doç Dr. Osman Yıldırım:

    Obezite ve Genel Cerrahi uzmanı Doç. Dr. Osman Yıldırım, obez hastalara ameliyat öncesi beslenme eğitimi vereceklerini söyledi.

    Obezite cerrahisinin bir ekip işi olduğuna dikkat çeken Doç Dr. Yıldırım, “Obez hastalara ameliyat öncesi beslenme eğitimi vereceğiz. Ameliyattan sonra ilk günler başta olmak üzere hastanın sonradan nasıl besleneceği, takibinin nasıl yapılacağı yönünde bilgiler veren ekip arkadaşlarımız olacak” ifadelerini kullandı.

    Devlet hastanelerinde 30 yıl doktorluk yaptığını kaydeden Yıldırım, daha sonra özel muayenehane açtığını belirterek, “Genel cerrahi uzmanı olarak obezite başta olmak genel cerrahinin bütün dalları troit, meme, safra kesesi ve diğer karınla ilgili acil müdahalelerin hepsine müdahale edeceğiz. Büyük bir merkez açtık, ekip elemanlarımız daha da artacak. Diyetisyenimiz ve psikologumuz da olacak. Merkezi bir yerde büyük bir yer açtık, hem bizim için hem de hastalarımız için iyi olacak diye düşünüyorum” diye konuştu.

  • Doç. Dr. Sarıkaya, Miyomlara Anjiyo İle Çözümü Anlattı

    Girişimsel radyoloji, modern tıbbın ameliyatsız tedavi imkanları sunan yeni bir branşı olarak görülüyor. Girişimsel radyoloji alanındaki çalışmalarına İstanbul’da Medicana Çamlıca Hastanesinde devam eden Doç. Dr. Başar Sarıkaya pek çok alanda alışılagelmiş tedavilere alternatif süren bu branşın ülkemizdeki öncü ve başarılı temsilcilerinden biri olarak gözüküyor.

    Medicana Çamlıca Hastanesi doktorlarından Girişimsel Radyoloji Uzmanı Doç. Dr. Başar Sarıkaya, doğurganlık çağındaki kadınların pek çoğunu ilgilendiren miyom rahatsızlıkları ile ilgili ve bu hastalığın tedavisinde yeni bir yöntem olan tıp dilinde “miyom embolizasyonu” adı verilen miyomların anjiyo yoluyla tedavisinden bahsetti.

    Sarıkaya, “Sık duyduğumuz bir rahatsızlık, miyom nedir? Ne anlama gelir?” sorusuna şöyle yanıt verdi: “Miyomlar, kadınlarda rahmin kas tabakasından kaynaklanan iyi huylu oluşumlardır. Genellikle genç yaşlarda ortaya çıkar ve menopozdan sonra da geriler. Miyomlar çok farklı boyutlarda olabilir. Bazı hastalarda çok fazla sayıda olabilir. Yine rahim katmanlarındaki yerleşim yerlerine göre sınıflandırılır. Yani miyomlar kanseri temsil edecek kötü huylu oluşumlar değildir.”

    Sarıkaya, “Miyomların ne gibi tehlikesi vardır? Veya ne tür sıkıntılara yol açar?” sorusu üzerine şöyle konuştu:

    “Aslında miyomlar toplumda çok sık görülür. Küçük miyomları hesaba katarsak, neredeyse her iki kadından birinde miyom vardır diyebiliriz. Bunların büyük kısmı herhangi bir soruna yol açmaz. Ancak miyomlar bazen büyüklüklerine, bazen de yerleşim yerlerine bağlı olarak sorunlara sebep olabilir. Bunlar arasında kramp tarzında ağrılar, uzun süren kanamalı adet periyotları, cinsel ilişki sırasında ağrılar, mesane basısına bağlı idrar yapma ile ilişkili sorunlar veya rektuma basması sebebiyle gayta ile ilgili sorunlar sayılabilir. Yine özellikle yerleşim yerlerine bağlı olarak gebe kalmayı engelleme, gebelikte düşük, düşük veya gelişme geriliği gibi sorunlara neden olabilir. Bu durumda tedavi öneriyoruz.”

    Sarıkaya, “Tedavide neler yapılabileceği” konusunda şu bilgiyi verdi: “Miyomların klasik tedavisi cerrahidir. Yani kadın hastalıkları ve doğum uzmanı hekim arkadaşlarımız çeşitli yöntemler kullanarak, ki bunlar son yıllarda gittikçe rafine hale gelmiştir çoğu zaman miyomu rahime zarar vermeden çıkartabilir. Ancak bazı durumlarda bu pek mümkün olmaz ve o zaman rahimin alınması söz konusu olabilir.”

    Sarıkaya, “Miyom embolizasyonu” konusunda ise şunları söyledi: “Embolizasyon hastalıklı bir damarsal yapının, bir kanama odağının veya fazlaca kanlanma gösteren hastalıklı bir dokunun beslenmesinin engellenmesi amacıyla damarlarının tıkanması anlamına gelir. Miyom embolizasyonu anjiyografik yolla yapılır. Tıpkı kalp anjiyosunda olduğu gibi damar sistemi içine girilir; ancak hedefimiz bu sefer rahimi iki taraftan da besleyen damarlardır ve mikrokateter adı verilen çok ince plastik borucuklar vasıtasıyla milimetreden küçük tanecik kullanılarak miyomu besleyen damarlar tıkanır. İşlem sırasında genel anestezi uygulanmaz, ancak hasta konforunu ve ağrı hissetmemesini sağlamak amacıyla rahatlatıcı ilaçlar ve lokal anestezi uygulanır.”

    Miyom embolizasyonunun dünya üzerinde yirmi yıldır uygulandığını anlatan Sarıkaya, sözlerine şöyle devam etti: “Ancak yaygınlaşması ve kabul görmesi son yıllarda gerçekleşmiştir. Burada amaç miyomu yok etmek değil, miyomun neden olduğu şikayet ve sorunları kaldırmaktır. Bu noktadan bakıldığında yaklaşık yüzde 80 gibi bir rakam söylenebilir. Bu yöntem başarılı olmadığında ikinci kez denenebileceği gibi ameliyat opsiyonu tekrar gündeme getirilebilir. Yani miyom embolizasyonu uygulanmış olması hastanın ileride ameliyat olma olanağını elinden almamaktadır.”

    Sarıkaya, “Ameliyata göre avantajları veya dezavantajları nelerdir” sorusuna şöyle karşılık verdi: “Bu sorunun cevabı aslında iki cümleyle özetlenebilecek kadar basit değil. Şöyle ifade ederek başlamak daha doğru olur: miyom embolizasyonu her miyomun tedavisinde ameliyata alternatif değildir. Elbetteki ameliyatla kıyaslayınca avantajları çoktur, ama ameliyatın en büyük avantajı miyomun tamamen çıkartılma imkanı olmasıdır. Dolayısıyla kapalı yöntemle miyomun çıkartılma şansı varsa öncelikle bu yola başvurulması daha doğru olacaktır. Bu bilgiyi verdikten sonra, tüm girişimsel radyolojik tedavilerde olduğu gibi miyom embolizasyonunda da herhangi bir kesi olmadığından, genel anestezi kullanılmadığından ve yoğun bakım süreci yaşanmadığından hastanede yatış süresi genellikle bir gecedir ve hasta çok kısa zamanda normal yaşama dönebilir.”

  • Yrd. Doç. Dr. Hasan Sınar: “Çocuk İstismarını Önleyici Tedbirleri” Anlattı

    20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Gününe ilişkin konuşan Yrd. Doç. Dr. Hasan Sınar, çocuğun cinsel istismarının toplumda konuşulmayan ancak bakıldığında çok can yakıcı noktada olduğunu söyledi.

    Çocuk haklarının benimsenip kabul edilmesinde esasın çocukların maddi ve manevi varlıklarını geliştirebilmek olduğunu, çocukların huzur, barış, esenlik içinde yaşayabilecekleri bir dünyanın oluşturulmasının söz konusu olduğunu belirtti.

    İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hasan Sınar, 20 Kasım Dünya Çocuk Gününde,“Sözü edilen bu dünya için gereklerin yerine getirilmesi ve bu hakkın yaşanabilmesi noktasında biz, çocuklara olması gereken dünyayı sunabilmeyi bugüne değin başarabilmiş değiliz” dedi.

    “ÖNLEMLER ÜZERİNE DAHA YOĞUN ÇALIŞMALIYIZ”

    Çocuğun istismardan korunması konusunda devletin pozitif yükümlülüğüne dikkat çeken Yrd. Doç. Dr. Hasan Sınar, çocuğun cinsel istismarının toplumda konuşulmayan ancak bakıldığında çok can yakıcı noktada yer alan bir mesele olduğunu söyledi.

    Çocuğa yönelik istismarın çok farklı boyutları olduğunu anlatan Sınar, şöyle konuştu: “Bugün üzerinde duracağımız konu çocuğun istismardan korunması olacak. Bu toplumda tabu olarak kabul edilen dillendirilmeyen bir konudur. Türkiye özelinde çevremizde de yaygın bir biçimde bu meselenin fevkalade önem ve yakıcı nitelikte olduğunu görebiliyoruz. Bu durumda çocuğun cinsel istismardan korunması için ne gibi önlemlerin alınması gerektiğiyle ilgili daha yoğun bir çalışma zorunluluğumuz ortaya çıkıyor.”

    HUKUKTA YAPTIRIM VAR, UYGULAMADA SORUN YAŞANIYOR

    Normatif açıdan çocuk istismarını ele alan Sınar, çocuğun cinsel istismardan korunmasına ilişkin olarak, “Türk Ceza Kanunu 103. maddesinde çocuğun cinsel istismarı suçunun ele alındığını, bu suç için öngörülen yaptırımlara bakıldığında, karşılaştırmalı hukuktaki birçok gelişmiş ülkeden daha ağır yaptırımların uygulandığını görüyoruz. Uygulamaya baktığımızda bir takım başka sorunların bununla mücadele edilmesini güçleştirdiğini görüyoruz” dedi.

    ÇOCUKLAR CİNSEL İSTİSMARDAN NASIL KORUNABİLİR?

    Çocukların cinsel istismardan korunmasına yönelik tedbirlere değinen Hasan Sınar, çocuklara ve ebeveynlere eğitim verilmesinin önemini şöyle vurguladı: “Çocuğun cinsel istismarın önlenmesi açısından bu konuda toplumda bir farkındalık oluşturulması her şeyden daha önemli, dolayısıyla bu noktada ailelere ve öncelikle annelere çocukların cinsel istismardan korunması için çocuğa temel bir eğitim vermek gereklidir. Çocuklara kendilerini sevmek isteyen yabancılara nasıl yaklaşması gerektiğini öğretmek gerekir. İç çamaşırı kuralı, ebeveyn dışında hiç kimse iç çamaşırının olduğu vücut bölgelerinize kimse dokunamaz, diyor. Bunun gibi birçok yöntem var. Çocuklara seni annene babana götüreceğim gibi sözlerle yaklaşanlara karşı sadece çocuğun ve ebeveynin bileceği bir şifre ve parola geliştirilebilir. Çocukların sadece bu parolayı bilen insanlara güvenmesi sağlanabilir. Çocuğu korumak için bu gibi tedbirlerin alınması çok önemli”

    Çocuğun alınan tedbirlere rağmen cinsel istismar yaşaması durumunda hukuken bu sürecin nasıl yönetilmesi gerektiğini anlatan Sınar, şunları söyledi: “Bir hukuk devletinin görevi, böyle bir haksızlığa uğramış olan çocuğu onun örselenmiş halini de göz önünde tutarak sarıp sarmalamak ve daha fazla travma yaşamadan hakkını arayacağı bir ortam oluşturmaktır. Ayrıca, failleri tespit etmek, failler hakkında kovuşturma ve soruşturma yürütmek ve faillerin cezalandırılmasını sağlamaktır. Çocuğun böyle bir saldırıya uğraması durumunda rehabilitasyonu gerekir. Bu dönemde en çok kaçınılması gereken şey, yaşadığı bu travmayı ona defalarca anlattırmaktır. Çocuğun anamnez olarak ifade edilen olay anlatımının uzman bir psikolog, terapist tarafından çocuğun içinde bulunduğu ruh hali de gözetilerek onu örselemeyecek şekilde olayın öğrenilmesi ve bu çerçevede işlem yapılması gerekir.”

    ÇOCUK İSTİMARA UĞRADIKTAN SONRA HUKUKEN YAPILMASI GEREKENLER

    Çocuğu temel alan çalışmaları yürüten Çocuk İzleme merkezlerinden söz eden Yrd. Doç. Dr. Hasan Sınar, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bir aile çocuğunun istismara uğradığı iddiasıyla polise başvurduğunda, polisin hiçbir şekilde buna ilişkin altyapısının, eğitiminin olmaması nedeniyle polisin çocukla hiçbir diyaloğa girmemesi, ifade almaya, olayı anlattırmaya çalışmaması gerekir. Çocuğu ve ailesini doğrudan Çocuk İzlem Merkezleri’ne yönlendirmek gerekir.”

    Bu gerekliliklerin yasada yer aldığını ve sadece uygulanması gerektiğini söyleyen Sınar, “Sadece inisiyatif alınıp çocuğu temel alan çerçevede ceza muhakemesi sürecinin, özellikle de soruşturma evresinin yürütülmesi yeterli olacaktır” dedi.

  • Doç. Dr. Tuncay Kardaş: “IŞİD’e Katılan Gençlerin Canlı Bombaya Dönüşme Süresi 1-2 Yıl”

    Terör örgütü IŞİD’in canlı bomba eylemlerini değerlendiren Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tuncay Kardaş, hiçbir silah bilgisi olmadan IŞİD’e katılan gençlerin, 1-2 yıl içerisinde katliam yapan canlı bombalara dönüştüğünü söyledi.

    Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü’nden Doç. Dr. Tuncay Kardaş, raporlaştırdıkları ‘Yabancı Savaşçılar’ araştırmasına göre terör örgütü IŞİD’e katılanların daha çok 20-30 yaş aralığında olduğunu tespit ettiklerini söyledi. Kardaş, savaş tecrübesi olmayan gençlerin nasıl canlı bomba olduklarını ve katliam yapan ölüm makinesine dönüştüklerini açıklarken, bu gençleri “İnternet sörfçüsü koltuk mücahitleri” olarak tanımladı.

    Kardaş, “Kafire karşı mazlumun yanında olma söylemiyle beyni yıkanan gençler, örgüte katılıp 2 yıl içinde, ‘internet sörfçüsü koltuk mücahitliği’nden canlı bombaya dönüşüyor. Hiçbir silah bilgisi olmadan terör örgütü IŞİD’e katılan gençler, 1-2 yıl içerisinde katliam yapan canlı bombalara dönüşüyor. Örgüt adına eylem yapan ve canlı bomba saldırısı düzenleyenlerin tamamı 20-30 yaş aralığındaki teröristler. 2011’de Suriye’de başlayan iç savaşın ardından 2013’te etkinliğini artıran IŞİD’e katılan gençler, 2 yıl sonra Suriye dışında terörist eylemlere başladı. Türkiye, Fransa, İspanya ve Belçika’da silahlı baskın ve canlı bomba saldırılarıyla katliamlar yapan örgüt, internetten yaptığı propagandayla gençleri safına çekmeyi başarıyor. Sosyal medya hesaplarından paylaşılan videolarla gençlerin ilgisini çeken örgüt, daha sonra bu kişilerle bire bir iletişime geçiyor ve örgüte katılmalarını sağlıyor” dedi. Doç. Dr. Tuncay Kardaş şöyle devam etti:

    “Kafir ilan edilenlere ve mazlum Müslümanlara yardım etme düşüncesiyle ‘zalim yöneticilere’ karşı cihat vazifesini ön plana çıkarıyorlar. Kendi ideolojilerine göre doğru İslam’ın parçası olmayan herkes kafir görülüyor. Onun gözünde bırakın masum insanı, böyle olmayan annesi, kardeşi bile değerini yitiriyor. Kafirleştirme süreci ailesini ve yakınlarını da yabancılaştırıyor. Buna cihat gözüyle bakıyor ve böylece cennete gideceğini düşünüyor.”