Etiket: Çocuklarda

  • “Çocuklarda kozmetik alerjisi arttı”

    “Çocuklarda kozmetik alerjisi arttı”

    Kozmetik ürünlerinin yaygın kullanım alanları olduğunu belirten Doç. Dr. Hikmet Tekin Nacaroğlu, “Günümüzde küçük yaşlarda saç boyaları ve geçici kına dövmelerinin yaygın olarak kullanılmaya başlanması ile çocukların kozmetik alerjenlerine maruz kalması sonucu gözlenen alerjik bulgularda artış görülüyor” dedi.

    Medipol Mega Üniversite Hastanesi Çocuk İmmünoloji ve Alerji Hastalıkları Bölümünden Doç. Dr. Hikmet Tekin Nacaroğlu, kozmetik alerjisinin günümüzde çocuklarda da sıkça görülmeye başlandığına dikkat çekerek önemli açıklamalarda bulundu. Doç. Dr. Nacaroğlu, kozmetik ürünlerin yaygın kullanım alanları olduğunu belirterek “Kozmetik ürünler vücudumuzu temizlemek, görünümünü güzelleştirmek ve koku vermek amacıyla, insan vücudunda başta deri olmak üzere saçlara, dişlere, müköz membalara uygulanan, tedavi edici etkisi olmayan ürünler olarak belirtilmektedir. Kişisel bakım ürünleri (nemlendiriciler, temizlenme kremleri), saç kozmetikleri, tırnak kozmetikleri, deodorantlar, parfümler, renkli makyaj ürünleri yaygın olarak kullanılan kozmetik ürünleridir” dedi.

    “5 bine yakın alerjen bulunuyor”

    Kozmetik ürün kullanımının yaygınlaşmasına bağlı olarak alerjik reaksiyonların görülme sıklığının giderek arttığını ifade eden Doç. Dr. Nacaroğlu, sözlerine şöyle devam etti: “Ancak kişilerin hafif alerjik veya irritan reaksiyonlarda doktora gitmeyip, ürün kullanmayı bırakmaları nedeniyle görülme sıklığı daha düşük olarak bildiriliyor. Bugün için bilinen 5 bine yakın alerjen bulunmakla birlikte alerjen sayısı gün geçtikçe artıyor. Parafenilendiamin, formaldehid, lanolin ve türevleri, gliseril tioglikat ve propilen glikol başlıca gözlenen alerjenlerdir. Günümüzde küçük yaşlarda saç boyaları ve geçici kına dövmelerinin yaygın olarak kullanılmaya başlanması ile çocukların kozmetik alerjenlerine maruz kalması sonucu gözlenen alerjik bulgularda artış görülüyor”.

    “Saç boyası ve geçici dövmeler”

    Doç. Dr. Nacaroğlu, özellikle parafenilendiaminin altını çizerek, “Parafenilendiamin mavi-siyah bir anilin boyasıdır. En yaygın kullanım alanlarından birisi saç boyalarıdır. Tekstil ve kürk boyaları, yün boyaları, koyu renkli kozmetikler, geçici hint kınası dövmeleri, fotoğraf banyoları ile fotokopi ve baskı mürekkeplerinde kullanılır. Saç boyalarında boyanın, geçici dövmelerde ise kınanın cilt tarafından emilimini hızlandırmak ve siyah renk oluşumunu sağlamak için sıklıkla tercih edilen parafenilendiamin güçlü bir alerjendir. Alerjik ve irritan kontakt dermatit başta olmak üzere çeşitli alerjik cilt reaksiyonlarına neden oluyor. Son yıllarda daha erken yaşlarda saç boyası ve geçici kına dövmelerinin kullanımı yaygınlaştığı için zararsız ve geçici olarak düşünülen bu uygulamaların alerjik yan etkileri çocuklarda da gözlenmeye başlandı. Bu nedenle bu uygulamaların potansiyel sonuçları hakkında toplumun bilgilendirilmesi ve masum bir uygulama olmadığının vurgulanması gerekiyor” diye konuştu.

  • “Skolyoz, kız çocuklarda erkek çocuklara göre yaklaşık 8-10 kat daha sık görülüyor”

    “Skolyoz, kız çocuklarda erkek çocuklara göre yaklaşık 8-10 kat daha sık görülüyor”

    Beyin ve Sinir Cerrahisi Anabilim Dalı Uzmanı Prof. Dr. Halil İbrahim Seçer, omurganın sağ ya da sol yana doğru eğrilmesi anlamına gelen skolyozun, kişilere göre değişen, kendine özgü tedavi gerektiren bir bulgu olduğunu, günümüzde skolyoz tedavisinde yaşanan gelişmelerin ise ümit verici olduğunu söyledi. Seçer, skolyozun kız çocuklarında erkek çocuklarına göre yaklaşık 8-10 kat daha sık görüldüğünü belirtti.

    İnsan omurgasının arkadan bakıldığında tam düz olması gerekir. Skolyoz yani omurga eğriliği, sağ ya da sol yana doğru eğrilmesi anlamına gelir. Dr. Suat Günsel Girne Üniversitesi Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Anabilim Dalı Uzmanı Prof. Dr. Halil İbrahim Seçer, skolyozla ilgili yanlış bilinenler hakkında açıklamalarda bulundu.

    Prof. Dr. Halil İbrahim Seçer, skolyoz’un aslında bir hastalık değil, bulgu olduğunu söyleyerek, “Nasıl ki farklı hastalıklara bağlı olarak ateş ya da ağrı gibi bulgular ortaya çıkabiliyorsa, çeşitli hastalıklar da skolyoza neden olabilir. Bu nedenle skolyoz, sağlıklı bir omurga yapısında oluşan biçimsel bir deformite olarak tanımlanabilir” dedi.

    Skolyozun toplumda görülme sıklığı yüzde 2 ile 4 arasında değişiyor

    Skolyozun birçok hastalığa bağlı olarak ortaya çıkabileceği gibi, farklı yaşlarda ve omurga yapısının çeşitli bölgelerinde de görülebileceğini belirten Prof. Dr. Halil İbrahim Seçer, tedavisinin ise kişilere göre değişebileceğini ifade ederek, “Toplumda yaklaşık yüzde 2-4 oranında görülen skolyoz vakalarının çok büyük bir kısmı düşük dereceli eğriliklerden oluşuyor. Kız çocuklarda erkek çocuklara göre yaklaşık 8-10 kat daha sık görülüyor. Omurgasında eğrilik olan kişilerinse ancak yüzde 10’unda tedavi gerektirecek derece ilerliyor. Skolyoz takibinin ve tedavisinin hemen her basamağında düzenli egzersiz yapmak, sırt kaslarını güçlü tutmak, kondisyonu arttırmak ve daha formda olmak vazgeçilmez öğelerdir” diye konuştu.

    Prof. Dr. Halil İbrahim Seçer, omurgada yana doğru eğrilik, anormal kamburluk ya da anormal içe doğru eğrilik, anormal uzun kollar veya bacaklar, birbirine eşit olmayan omuzlar, bel ya da kalçalar, bacaklara göre gövdenin orantısız kısalığı, denge bozuklukları ve kişi öne eğildiğinde fark edilen sırt çıkıntılarının skolyozun varlığına işaret ettiği bilgisini verdi.

    Skolyoz türleri

    Skolyozun çok çeşitli türleri bulunduğunu söyleyen Prof. Dr. Seçe, “En sık görülen türün nedeni bilinmeyen skolyozdur. Bu türde, yana doğru eğilme dışında, omurların kendi etraflarında dönmesi de görülüyor. Omurlardaki bu dönme sırtta veya belde asimetrik çıkıntılar oluşmasına sebep oluyor. Sık görülen diğer bir skolyoz türü olan nöronunkiler skolyozun temel nedenleri arasında ise kas veya sinir hastalıkları yer alabiliyor. Konjenital skolyoz ise anne karnındaki çocuğun gelişimi sırasında ortaya çıkan, omurga anomalilerine bağlı gelişebiliyor. İlk yıllarda hızlı ilerleme gösterdiğinden, tedavi süreci küçük yaşlarda cerrahi müdahaleyi gerektirebiliyor” şeklinde konuştu.

    Bunlar dışında, nörofibromatozis, çeşitli romatizmal hastalıklar, osteogenesis imperfecta, marfan sendromu, Ehler Dsanlos gibi çeşitli bağ dokusu hastalıkları, omurga kırıkları, omurga enfeksiyonları, Morquio, Gaucher hastalığı gibi çeşitli metabolik hastalıklar ve bazı genetik sendromik hastalıkların da skolyoza neden olabileceğini belirten Prof. Dr. Halil İbrahim Seçer tedavisinin de hastadan hastaya değiştiğini söyledi.

    “Skolyozun tedavisi hastadan hastaya değişiyor”

    Skolyozda tüm durumlara uygulanabilecek doğru ve tek bir tedavi seçeneği bulunmadığını aktaran Seçer, “Tanı alınan yaş, eğriliğin yeri ve derecesi, skolyozu oluşturan sebepler, muayene bulguları ve radyolojik tetkiklerden alınan veriler kişiselleştirilerek tedavi her hastaya özel olarak planlanıyor. Her bir tedavi seçeneğinin kendi içerisinde, hastaya göre değişiklik gösterse de skolyoz tanısı alındıktan sonra genel olarak üç alternatif yol izleniyor. İlk seçenek izlemdir. 20-25 dereceden küçük eğrilikler için uygundur ve belli aralıklar ile takip yapmaktan, sportif faaliyetlerle genel vücut kondisyonunu artırmaktan ibarettir. İkinci seçenek ise korse tedavisidir. Eğriliği 20-40 derece arasında olan ve büyüme potansiyeli olan kişilerde etkili olan bir yöntemdir. Korse kullananların ameliyat olma ihtimali düşer. Korsenin günde 20-23 saat takılı kalması etki gösterme açısından önemlidir. Diğer bir seçenek ise cerrahi tedavidir. Cerrahi, genel olarak 40-45 derece üzerindeki eğriliklerde gündeme gelir. Akciğer gelişiminin tamamlandığı ergenler ve erişkinlerde düzeltme ve dondurma (sabitleme) ameliyatları uygulanır” dedi.

    “Skolyoz tedavisindeki gelişmeler ümit verici”

    10 yaş altındaki çocuklarda büyümeyi ve akciğer gelişimini engelleyebileceği için dondurma ameliyatlarından uzak durulması gerektiğini belirten Seçer, çocuklarda klasik cerrahi yöntemin, omurgaya yerleştirilen çubukların dondurma işlemi yapmadan 6 ayda bir uzatılması olduğunu kaydetti. Bu ameliyatların hasta ve yakınları üzerinde oluşturduğu stres, neden oldukları komplikasyonlar ve ekonomik külfetlerinden dolayı doktorların başka çözümler aramaya yöneldiğini ifade eden Seçer, yapılan çalışmalar sonunda icat edilen manyetik rodlar sayesinde, uzamaların 2-3 ayda bir poliklinik şartlarında uzaktan kumanda ile ameliyatsız ve ağrısız bir şekilde gerçekleştirilebildiğine vurgu yaptı.

    Seçer, skolyozun cerrahi tedavisindeki önemli bir diğer kaygının ameliyat sırasında hastaların felç olma riski olduğunu belirterek, ameliyat sırasında sinirlerin işlevlerini devamlı olarak gösteren nöromonitorizasyon işleminin ülkemize 10 yıl önce geldiğini, bugün artık yaygın olarak kullanıldığını kaydetti. Seçer, “Böylelikle ameliyat sırasında sinir yaralanmasına neden olabilecek herhangi bir işlemin oluşturduğu etki anında anlaşılarak gerekli müdahale yapılabiliyor” dedi.

    Skolyoz ameliyatları ile ilgili en önemli sorunlardan biri de omurganın sabitlenip, belli kısmında omurga hareketliliğinin ortadan kalkması olduğunu aktaran Seçer, “Dondurma işlemi yapmadan, omurganın büyümesine ve hareketli kalmasına izin verecek düzeltme tekniği ile ilgili çalışmalar günümüzde yavaş yavaş meyvelerini veriyor. Omurgasında skolyoz olup halen büyüme potansiyeli olan hastalarda ‘gerdirme yöntemi’ olarak adlandırılan bir yöntem geliştirildi. Bu yöntemde sırt eğriliklerinin dış bükey tarafına endoskopik girişimle yandan vida konmakta ve bu vidalar kalın bir ip ile bağlanıp gerdirilerek bir miktar düzelme sağlanmakta ve eğriliğin dış bükey tarafının büyümesi engellenmektedir. Böylelikle iç bükey taraf büyümeye devam ederken dış bükey tarafın büyümesi vidalara bağlı ip sayesinde durmakta ve zaman içinde eğrilik kendiliğinden düzelmektedir. Ancak bu teknik henüz yaygınlaşmamıştır” ifadelerini kullandı.

  • Koç, “Çocuklarda bu üç sorunun cevabı çok önemli”

    Koç, “Çocuklarda bu üç sorunun cevabı çok önemli”

    DÜZCE(İHA) – Prof. Dr. Mustafa Koç, Okul öncesi ve ilkokul birinci sınıfların okula başladığı düşünüldüğünde, her bir velinin çocuğunun bulunduğu eğitim kademesine göre bir özeleştiri yapmasının faydalı olacağını söyledi.

    Düzce Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Koç, Covid-19 salgını gölgesinde çocukların okul öncesi eğitimi ve ilkokul süreciyle ilgili önemli açıklamalarda bulundu.

    “Güvende miyim? Sevilesi biri miyim? Başarabilir miyim?” Prof. Dr. Mustafa Koç, ilkokul dönemi başlayıncaya kadar çocuğun; “Güvende miyim? Sevilesi biri miyim? Başarabilir miyim?” olmak üzere bu üç soruyu kendine sorduğunu ve bu üç soruya verdiği cevaplara göre akademik ve sosyal yaşamının şekillendiğini belitti.

    “Hayır, diyerek başlamanın sonuçları”

    Çocukların ilkokula bu üç soruya “hayır” diyerek başlamalarının sonuçlarını değerlendiren Prof. Dr. Mustafa Koç, “Çocuk ilkokula bu tablo ile başlarsa, çalışkanlık yerine aşağılık duygusu gelişir. Aşağılık duygusu, çocuğun kendini diğerleri ile kıyaslayıp yetersizlik duygusu yaşaması olarak tanımlanabilir. Çocuğu sistem içinde tutma, motivasyonunu artırma, istendik davranışları kazandırma ve daha uyumlu hale getirmek için kıyaslamanın temel yöntem olarak kullanılması, çocuğun sahip olduğu içsel aşağılık duygusunu daha da olumsuz hale getirmektedir. Okul devamsızlığı, ders devamsızlığı ve okul terkinin en yüksek olduğu Avrupa ülkesi olmanın bir nedeni de gelişimsel süreçte okula başlayıncaya kadar çocuğun kazanması gereken gelişimsel özellikleri kazanmaya katkı sağlayacak doğru deneyimlere sahip olamamadır denilebilir” ifadelerini kullandı.

    “Velilerin özeleştiri yapması faydalı olur”

    Okul öncesi ve ilkokul birinci sınıfların okula başladığı düşünüldüğünde, her bir velinin çocuğunun bulunduğu eğitim kademesine göre yukarıda yapılan açıklamalar bağlamında bir özeleştiri yapmasının faydalı olacağını dile getiren Prof. Dr. Koç, sürecin çocuklar için daha olumlu ve işlevsel olması için kendini yeniden düzenlemeye ihtiyaç olduğunu söyleyerek konuyla ilgili önerilerde bulundu.

    Çocuğun sorduğu sorulara cevap vermeden önce, sorduğu soruya ne cevap vereceğini öğrenmenin önemli olduğunu söyleyen Koç, “Unutmayalım ki hangi yaşta olursa olsun insan, soruyu öncelikle kendine soruyor. Ya bulduğu cevaba onay almak için ki genellikle bunun için başkasına sorar, bazen de bilmediği için sorar. Çocuğun sorduğu sorular, hangi düşünce tarzına sahip olduğunu da göstereceği için sorulan sorular ve bu sorulara çocuğu da katarak cevap vermek önemlidir” şeklinde konuştu.

    Prof. Dr. Koç, “Çocuğun sorduğu soruya cevap vermeden önce bu soruyu daha önce başkasına sorup sormadığını öğrenmek ve sorduysa nasıl cevap verdiğini bilmek önemlidir. Çünkü çocuk soru soruyorsa, ya yeni bir şema oluşturma gereğinin, ya da var olan şemada bir değişiklik yapma ihtiyacının göstergesidir. Verilecek cevapların doğru ve tutarlı olması, çocuğun bilişsel anlamda çelişki yaşamasını engeller. Cevaplardaki tutarsızlık şemalarda da karşılık bulur, böyle bir durumda aynı uyarıcıya karşı nasıl tepki vereceğine ilişkin bilişsel kararsızlık, psikolojik olarak kendine güvensizlik ile sonuçlanır.”

    Koç, “Çocuk yapması gerekenleri sürekli erteliyor ve sonrasında da kolayca vazgeçiyor, bu sürece ilişkin hissettikleri durumla örtüşmüyor ise, çocuğun sürekli yaptığı fakat fark edilmeyen durum kendini suçlamasıdır. Böyle bir durumda çocuğa sürekli ne yapacağını hatırlatmanın ya da söylemenin bir faydası yoktur. Bunun yerine çocuğu ilgi ve yeteneklerine uygun, başarabileceğimizden emin olduğumuz sorumluluklar vererek başarma ve yeterlik duygusu yaşamasını sağlamaktır. Unutmayalım ki bizim için küçük, hatta gereksiz diye düşündüğümüz her görev onun için büyük bir adımdır” diye konuştu.

    “Çocuklarımızı beklenti zengini fakirlere dönüştürmeyelim”

    Okul öncesi ve ilkokula başlayan çocukların, öğrenme stillerini, bağlanma tarzlarını, dikkat ve eylem kontrol düzeylerini, duygu düzenleme becerilerini ve temel yetenek düzeylerini belirlemenin önemli bir unsur olduğuna işaret eden Prof. Dr. Mustafa Koç, “Nasıl öğrendiğini, nasıl bağlandığını, dikkat ve yelme kontrol düzeyini, algılama, hatırlama ve ayırt etme beceri düzeylerini bilmediğimiz çocuklara ilişkin beklentilerimiz, onların önündeki en büyük engel ve stres kaynağı haline gelebilmektedir. Çocuklarımızı beklenti zengini fakirlere dönüştürmeyelim” şeklinde görüşlerini iletti.

    Prof. Dr. Koç, “Okula başlayacak çocuklara ilişkin, özellikle okulun varsa psikolojik danışmanına ve öğretmenine çocuğun; fiziksel sağlığı, gelişimi, uyumsuz davranışları, bu uyumsuz davranışlara karşı aldığınız önlemler, ilgi ve varsa gözlenen ya da ölçülen özel yetenekleri, okula başlamaya hazırlanma süreci, aile ilişkileri, ebeveyn tutumları vb. konularda mutlaka bilgi verilmelidir” dedi.

    Okula başlamayla birlikte çocuğun yaptığı veya yapmadığı davranışlarla ilgili açıklamalarına devam eden Koç, “Daha yaptığı artık yapmadığı, artık yapmadığı ya da daha yapmadığı artık yapmaya başladığı benlik bütünlüğünü bozucu ve kişilik gelişimini engelleyici davranışların olup olmadığı gözlenmeli, nedenine ve çözümüne ilişkin süreci ilgili tarafları da bilgilendirerek başlatmalıdır. Bu bağlamda evde yapılan ve iyi sonuçlar veren uygulamaların okulla paylaşılması, okulda uygulanan ve iyi sonuçlar veren yöntemlerin ebeveyn ile paylaşılması gerekir” dedi.

    “Neden” ve “Niye” kelimelerini kullanmadan çocuklarla konuşmak

    Ailelere faydalı tavsiyelerine devam eden Düzce Üniversitesi Öğretim Üyesi Koç, “Okul öncesi ve ilkokul döneminde çocuğu olan ailelere ve her bir gelişim döneminde yapılacak en işlevsel tavsiyelerden biri de; çocuğun yapması gerektiği halde yapmadığı ya da yapmaması gerektiği halde yaptığı davranışları konuşmaya başlarken ‘neden’ ve ‘niye’ kelimelerini kullanmadan yapmaktır. ‘Neden’ ve ‘niye’ ile başlayan konuşmalarda çocuğun önceliği ne yaptığını ve yaptığının sonuçlarını düşünmeden, saldırı altında olan benlik yapısını korumaktır. Bu dönemde en iyi yöntem, davranışı yapanı konuşmak yerine, davranışı ve davranışın sonuçlarını konuşmanın yanında alternatif davranışları konuşmak gerekir” ifadelerinde bulundu.

    “İstenmeyen çocuk değil, istenmeyen yaptığı davranışlarıdır”

    “Çocuklarla iletişimde duyguları temel iletişim aracı olarak kullanmayan ebeveynler, yetişkin yaşama bilişsel, fiziksel, duygusal, baş etme ve affetme esneklik berilerinden mahrum bir robot hazırlıyor denilebilir” tespitinde bulunan Prof. Dr. Koç, “Duyguların iletişim aracı olarak kullanılması, anlaşılmanın ve hatta var olmanın en işlevsel yoludur. Çocuklarda istenen davranışları artırmanın ve istenmeyen davranışları söndürmenin yolu, bu davranışların diğer insanlar üzerindeki duygusal etkilerini fark etmesine ve kabullenmesine bağlıdır. Çocuğa ne yaptığını hatırlatma yerine, yaptığı şeyin sizde oluşturduğu duyguyu söyleyin. Bu ayını zamanda çocuğun benliği ile davranışı arasında önemli bir koruyucu bariyer görevi de görür. Yani istenmeyen çocuk değil, istenmeyen yaptığı davranışlarıdır. Çocuk bu ayrımı fark edince kendisinin değil, davranışının değişmesi gerektiğini bilir. Sadece öğrenmesi gereken şey, istenmeyen davranış yerine, hangisinin öğrenileceğini ve nasıl öğrenileceğini bilmesidir. Burada en işlevsel öğretme yöntemi model olmaktır. Unutmayalım çocukların davranışlarında daha önemli olan bu davranışlara karşı ebeveynlerin nasıl tepki verdiğidir. Yani asıl sorun, çocuğu yaptığı davranıştan daha çok, bu davranışla baş etmek için kullanılan yöntemin kendisidir. Ağlayarak isteklerine ulaşmayı öğrenen bir çocuğu, bir isteğinin gerçekleşmesine ilişkin engellenme durumunda yapacağı şey daha önce yaptığı bu sonuca ulaştığı ağlamaktan başka bir şey değildir. Sorun burada ne çocuğun isteğidir, ne de isteğine ulaşmak için ağlamasıdır, sorun çocuğun isteğini ağlayınca karşılamaktır” şeklinde konuştu.

    “Psikolojik miras kendini yönetebilmenin anahtarıdır”

    Ebeveynlerin çocuklarına daha çok maddi miras bırakabilmenin kaygısını yaşadığına işaret eden Düzce Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mustafa Koç, “Bunun yanında çocuğa bırakılması gereken sosyal ve psikolojik miraslar da vardır. Maddi ve sosyal mirası koruyacak, geliştirecek, etkin ve işlevsel kılacak olan ise psikolojik mirastır. Psikolojik miras, çocuğun yerinde ve zamanında isteklerinden vazgeçebilmesi, yerinde ve zamanında ihtiyaçlarını erteleyebilme becerisidir. Bu beceri başarmanın, tahammül etmenin, psikolojik sağlamlığın, kendini toparlama gücünün, kendine yetmenin, kendini taşıyabilmenin kısacası kendini yönetebilmenin anahtarıdır” sözleriyle açıklamalarını sonlandırdı.

  • Çocuklarda ishalde beslenme ve temizliğin önemi

    Çocuklarda ishalde beslenme ve temizliğin önemi

    Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Ali Şimşek, çocuklarda yaz aylarında özellikle enfeksiyona bağlı ishallerin daha çok görüldüğünü söyleyerek beslenme ve temizliğin önemine dikkat çekti.

    Büyük Anadolu Hastaneleri Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Ali Şimşek, çocukların yaz aylarında sıklıkla karşılaştığı ishal rahatsızlıkları konusunda önemli bilgilendirmelerde bulundu. İshalin birçok nedeni olduğunu ifade eden Uzm. Dr. Ali Şimşek, “İshal önce tanımını yapmak gerekirse normalden daha fazla ve sulu kaka yapma ile tarif edebiliriz ki kişinin normal alışkanlıklarından üzerinde ve daha sulu olması gerekmektedir. Yaz aylarında özellikle enfeksiyon nedenlerine bağlı ishalleri daha çok görüyoruz ki bunların içerisinde viral nedenler daha sık olmakla birlikte bakteriyel mantar parazit gibi nedenlere bağlı ishalleri de görebiliyoruz. Bunun dışında metabolik hastalıklar da ishal nedeni olabilir” dedi.

    Su kaybının giderilmesi gerekir

    Uzm. Dr. Ali Şimşek şöyle devam etti: “Ancak yazın en fazla görülen enfeksiyon ajanlara bağlı ishallerdir. İshalde önemli olan çocuğun sıvı kaybının yerine konmasıdır. Çünkü su kaybı çocukta hayli önem sahip olabilir. Su kaybının derecesine göre de yapılacak yaklaşım değişebilir. Her şeyden önce beslenmenin sürdürülmesi gerekmektedir. Kusma ve ateşle ile birlikte su kaybı gelişebilir. Birinci önceliğimiz ağızdan besleme ile bunu sağlayabiliriz. Ama yeterli gelmediği yerde özellikle Dünya Sağlık Örgütü’nün geliştirdiği ağızdan sıvı tedavisi dediğimiz yöntemle ORS dediğimiz ürünlerle bu sıvı kaybının çok daha başka şekillerde sıvı kaybını yerine koymak ve sıvı kaybına yönelik çocuk ölümlerinin önüne geçmek son yıllarda mümkün olmuştur. Yeterli gelmeyen kliniği giderek kötüleşen durumlarda tabii ki damardan sıvı tedavisi hayat kurtarıcı olur. Çocuklar ne kadar küçükse su oranı daha fazla olduğu için sıvı kaybı gelişme ihtimali daha yüksek olur. Kliniğin bozulan, beslenmesi bozulan, halsizliği güçsüzlüğü olan su isteğinin arttığı durumlarda mutlaka uzman bir doktorun görmesi gerekmektedir. Çocuğun 3-4 üzerine çıkan ishaller varsa, 3 günü geçiyorsa, ateşli bir durumu varsa, beslenmesi bozulmuşsa, mutlaka doktora gidilmesi gerekmektedir. Bir süre çocuklara su verilmemesi gibi eski bir takım alışkanlıklar vardı. Neyse ki bu tür yaklaşımları son zamanlarda görmüyoruz.”

    Beslenme ve besin temizliği önemli

    Beslenme ve besin temizliğinin önemine dikkat çeken Şimşek, “Enfeksiyon ajanlarına yakalanmamak önem arz eder. Bu nedenle tabii ki el temizliği oldukça önemli, yediğimiz içtiğimiz besinlerin ve suların temizliği çok önemli. Özellikle yaz aylarında gıdalarda bakteriler üreyebilmektedir. Saklama koşullarına uygun olarak besinlerin saklanması, süresi geçmişse kullanılması önemlidir. İshal sayısı değişebilir. Özellikle ilk aylarda anne sütü alan bebeklerin kakası 10 a kadar çıkabilir ve bize çok ishalmiş gibi şikayetlerle getirilebilmektedir. Bu nedenle ayına göre bebeğin kaç kez kaka yapması gerektiğinin bilinmesi gerekmektedir. Gelişimi çok iyi olan, gıda alımı çok iyi olan, anne sütü alan bir bebek günde 10 sefer kaka yapabilmektedir. İlaç tedavisinde genellikle ilaç kullanmadan ishal geçirilebilir. Gerekmedikçe antibiyotik kullanımından kaçınmak gerekmektedir. Hastaneye yatırılarak tedavi edilebilen ishal türü de mevcut olup bu tür vakalarda ise aşı ile tedavisi mümkün olabilmektedir” diyerek sözlerine son verdi.

  • Yaz ile gelen tehlike: Çocuklarda güneş çarpması

    Yaz ile gelen tehlike: Çocuklarda güneş çarpması

    Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Burçin Şanlıdağ, sıcak yaz aylarının gelmesi ile özellikle Akdeniz Bölgesinde bulunan bölgelerde çocuklar için bazı tehlikelerin ileri geldiğini, bunların en başında da güneş çarpmasının bulunduğunu belirtti.

    Yaz aylarının gelmesi ile birlikte en çok yaşanan hastalıklardan bir tanesi de güneş çarpması olarak biliniyor. Bu anlamda bilgilendirmelerde bulunan Yakın Doğu Üniversitesi Hastanesinden Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Burçin Şanlıdağ, özellikle 4 yaş altı çocuklarla, 65 yaş üstü bireylerin risk gruplarını oluşturduğunu dile getirerek, kalp, akciğer, böbrek hastalığı, diyabet ve obezitesi olan bireylerin risk grubunda olduğu gibi ateşli hastalık geçirmekte olan çocukların da yüksek risk grubunda olduğunu ifade etti.

    Belirtileri nelerdir?

    Güneş çarpmasının, vücuda alınan çevresel yüksek ısı ile birlikte vücut ısımızı düzenleyen mekanizmaların çalışmasında bozukluk oluşması sonucu gelişerek, vücut ısısının 40.6 derecenin üzerine çıktığını söyleyen Yrd. Doç. Dr. Burçin Şanlıdağ, yüksek sıcaklık yüzünden hücrelerin ve dokuların ciddi oranda hasara uğradığını belirtti. Yrd. Doç. Dr. Burçin Şanlıdağ konu ile ilgili sözlerine şöyle devam etti:

    “Güneş çarpmasında hastada ateş, baş dönmesi, bilinçte bulanıklaşma, baş ağrısı, kas güçsüzlüğü, kas krampları, sürekli uyku hali ortaya çıkmaktadır. Bu tür şikayetleri küçük çocukların ifade etmesi zordur. Güneşe veya sıcağa maruziyet sonrası sürekli uyku hali, halsizlik, beslenmede azalma uyarıcı olmalıdır. Özellikle küçük çocuklarda eşlik eden nöbet gözlenebilmektedir. Erken müdahale edilmeyen durumlarda bilinç kaybı, organ yetmezlikleri ve ölümle sonuçlanabilir.”

    Fazla sıcak hava dalgası da ve çocuklarda güneş çarpmasına neden oluyor

    Güneş çarpmasının çocuklarda sıklıkla sıcak hava dalgalarına ve güneşe maruz kalınması sonrası görüldüğünü, gençlerde ise aşırı sıcak ve nemli havada egzersiz yapılması sonucu ortaya çıkabildiğini söyleyen Burçin Şanlıdağ, örneğin araç içerisinin ne kadar sıcak olabileceği tahmin edilmeden bırakılan veya unutulan çocukların büyük risk altında kaldığını belirtti. Isının 21 C olduğu bir ortamda, direk güneş maruziyeti ile araç içi ısısının hızlıca 49 C’ye ulaşabildiğini de söyleyen Şanlıdağ, bu durumun özellikle 4 yaş altı çocuklarda sıcak çarpması ile sonuçlandığını ifade etti.

    Nasıl önlenebilir?

    Sıcak çarpmasını önlemede dikkat edilmesi gerekenler hakkında da tavsiyelerde bulunan Şanlıdağ, “Açık renkli, bol kıyafetler, koruyucu uzun kollu tişörtler giydirilmeli, koruma faktörü en az + 30 olan güneş koruyucu kremler kullanılmalı ve bu kremler çocuğunuz güneşe çıkmadan yarım saat önce sürülmeli, başın direk güneş maruziyetini önlemek için geniş kenarlıklı açık renk şapkalar tercih edilmeli ve çocuklarımıza gölge kuralı öğretilmeli ve gölgesinin kendi boyundan kısa olduğu saatlerde dışarıya çıkmasının uygun olmadığı hatırlatılmalı. Ayrıca, çocuklarımızın saat sabah 10.00 ve öğleden sonra 16.00 arası direkt gün ışığına maruz kalması önlenmeli, günün sıcak saatlerinde dış ortam aktivitelerinden ve egzersizden uzak durulmalı, dış ortam aktiviteleri sabah erken saatlerde veya güneş batımından sonra yapılmalı, güneş ışınlarının yansımalarına dikkat edilmeli, kum ve su ışınları yansıttığı için bu gibi alanlarda korunma artırılmalı ve çocuğumuzun yeterli sıvı alımına özen gösterilmeli, susamadan dahi sıvı tüketilmeye çalışılmalı” şeklinde konuştu

    İlk yapılması gereken acil yardım çağırmak

    Sıcak çarpmasından şüphelenilen durumlarda öncelikle acil yardım istenmesi gerektiğini söyleyen Şanlıdağ, kişilerin ilk önce serin ve gölge bir ortama alınması gerektiğini belirtti. Yardım gelene kadar hastanın vücut ısısını düşürmeye yönelik olarak fazla kıyafetlerin çıkarılması gerektiğini de söyleyen Şanlıdağ, hastanın başı yükseltilirken bilinci kapalı ise yan yatır pozisyona getirilmesinin önemli olduğunu belirtti. Hastanın koltuk altı, boyun ve kasık bölgesine nemli bez ile soğutma yapılması gerektiğini de söyleyen Yrd. Doç. Dr. Burçin Şanlıdağ, kişinin bilinci yerinde ise sıvı alımı sağlanması gerektiğini, bilinci yerinde değil ise hastanın boğulmasına neden olabileceği için sıvı madde verilmemesi gerektiğini ifade etti.